18 Aralık 2014 Perşembe

özgün'e

Sevgilim. Gelsen artık? İstanbul’da gitmek istediğimiz yerler listemizdeki yerlerin bazılarına sensiz gittim, keşke o da yanımda olsaydı diyerek yeni yeni oyunlar izledim, sinemalarda ara olduğunda yorum yapmak için telefona sarıldım. Çok yalnız hissediyorum. Bence herkes deli. Ciddiyim. Şu dünyada aklıma yatan, içime sinen tek insan senmişsin gibi geliyor bu aralar. Ben de delirdim. Kaç zamandır canım Beyaz Fırın’da yediğimiz makaronlardan çekiyor, dur o gelince beraber yeriz diyerek gitmiyorum, yemiyorum. Karaköy’de ilk başta çok beğendiğim ama sonra otururken kavga ettiğimiz için sevmemeye karar verdiğim o pis kafede oturup tatilde nereye gidelim kavgası yapmayı bile özledim. Yönetmen sandalyelerimizi alıp sahile inmeyi, senin her defasında sırtını denize, yüzünü bana dönerek oturmanı özledim. Gerçekten yalnızım. Çok arkadaşım var ama sensiz asla yalnızlıktan kurtulamayacağım. Cimrileştim. Sen yokken para harcamaktan nefret ediyorum. Sen yokken dışarı çıkmaktan bile nefret ediyorum. Herşeye yorgunluk gözüyle bakmaya başladım. Hayatta keyif aldığım herşeyi sen gelince yaşamak üzere biriktiriyorum, aklım sen gelince sevinilecek olaylar listesiyle dolu. Yalnızım. Sen her ne kadar bana moral vermek için her sabah telefonu adıma yazılmış şarkılar uydurarak açsan da, hafta sonları benim uyuduğum saatlerde şiirler uydurup telefonuma videolar yollasan da yalnızım.

Sen gelmeden ASLA tam olamayacağım.

İki tane fıstıklı makarona kavuşabilmek için, senin için, bu saçmasapan kaoslarla dolu İstanbul’u yeniden sevebilmek için 72 günüm daha var. Çabuk gel olur mu.

11 Kasım 2014 Salı

sağa sola.

Günler uzunken yine iyiydi de, kışın işten eve gelip yemek yedikten sonra hemen yatma saati gelmesine ne diyorsunuz? Mesela şu an ben bu satırları yazarken saat 22:09 ve ben duş almak için saniye saniye geç kalıyorum. Ayrıca eğer vücudumuzdaki mikroplar hapşırarak dışarı atılıyor ve bu şekilde bedenimizdeki nesilleri tükeniyorsa, ben bugün bu sezonun tüm griplerini hapşırarak attım sayılır. Öteki türlüyse, sıkıntı var.

Sevgilim kalabalıkta efendi efendi otursa da, yalnızken en az benim kadar çok konuşuyor. Bunu da kimse bilmez. Hatta bugün telefonda karşılıklı olarak birbirimizi dinlemeden birşeyler anlatmamız sonucunda "AZ SUS DA BEN KONUŞAYIM" dedi. Çok güldüm. Çocuğun resmen konuşma isteği birikmiş, patladı. Bazen de "hayır öyle değil, şöyle" şeklinde tartışırken dayanamayıp "AYYY NASIL DA SÖYLEDİĞİN HERŞEY YANLIŞ" diye feryat ediyor. Seviyorum. Her "Gazinodayım şu an" diyişinde yaptığım "Emel Sayın orda mı?" esprisine terbiyeli terbiyeli gülüp "Bu espriyi 45. yapışın Selencim.." demediği için de ayrıca beğeniyorum kendisini. Tatlı ve düşünceli bir kimse, bu konuda beni rencide etmedi henüz.

Toplantıdaysam ESNİYORUM. NET. Toplantı konusunun sıkıcılığından falan değil, bedensel bir ihtiyaç olarak toplantılarda esniyorum. Kendimi alamadığım oluyor. Gözlerimden yaşlar geliyor. Gerçekten küçümsemeyin, allah kimseye böyle dert vermesin. İlacı falan varsa tavsiye edin, çenemi kasmaktan kaslarım ağrıdı.

Bence kim ne derse desin Mindy Kaling'in farklı bir hoşluğu / güzelliği var. Şimdi kendisini tanımayıp Google görsellerden aratacak olan kişiler için peşinen söyleyeyim, düşündüğünüz güzellik kalıplarına uymayan bir tipi olabilir ama gerçekten de komplekssiz oluşu bir insanı çekici kılmaya yetiyormuş. (Bu arada komplekssiz olmakla, kompleks yaptığı konuyla SÜREKLİ dalga geçerek "Bakın ne kadar da barışığım kendimle" imajı vermeyi karıştırmayalım. İkincisi ciddi anlamda irrite edici olabiliyor.)

Son olarak bir ömür Cuma gününü bekleyerek geçer mi? diye kendi kendime soruyorum. O işe bi çare bulmak lazım.
Bunu bi düşünün.

13 Ekim 2014 Pazartesi

bana her gün 13. cuma

Dün gece arkadaşlarımla sapık gibi birbirimizi korkutmaya çabalamalarımız sonucunda eve geldim ve daha fazla dayanamayarak aynaya baktım, üç kere "BLOODY MARY, BLOODY MARY, BLOODY MARY!!!!!!" dedim. Artık şu aynadan ne çıkacaksa çıksın, nefesimi bir buğu gibi içine çeksin ve sürüne sürüne aynaya girip geri gitsin istedim. Korkuyla yaşamak çok zor çocuklar valla ne olacaksa olsun. Sürekli kapının önünden geçen karaltılara kayıtsız kalmaya çalışmalar, aniden dönüp aynaya bakmalar, odamda gezinen varlıkların seslerini duymazdan gelmeler bir yere kadar. Her normal insan gibi işe gidip geldiğim, acıkınca yemek yediğim şu hayatta doğaüstü güçlerle savaşmaktan yıldım yahu.

Sırtımdan aşağı sallanan Koreli bir kimse görürseniz haber verin, onun haricinde de gölge etmeyin, başka ihsan istemem.

18 Eylül 2014 Perşembe

incecik.

Sevdiğinin elini kendi eline aldığında, avucunun içindeki çizgileri hafızasına kaydetmeye çalıştı. Serçe parmağının altından başlayıp işaret parmağına kadar uzanan upuzun bir hayat çizgisi dedi içinden. Beraber geçirmeyi umut ettiği bir hayatın, batıl inançlara göre sembolü olduğu söylenen çizgisi. Elini uzatıp sevgilisinin dudaklarını araladı, alt çenesinde bulunan ve diğer dişlere göre daha geride duran dişi iki parmağıyla tuttu, sevdi. Günler geçtikçe hasret ağırlaşacaktı biliyordu. İşte o zamanlarda bu dümdüz sıralı diğer dişlerine nazaran daha çekingen duran bir taneyi düşünecek ve gülümseyecekti. Elini çekti.

Hayatında belki de ilk kez, minnet, gurur, bağlılık, şefkat duygularıyla aşk iç içe geçmişti. Benim diyordu, bu erkek eli olamayacak kadar güzel ellerdeki tırnaklar, başının hemen önünde duran saç döneği, ağzının azıcık üst tarafında duran küçük kahverengi ben. Hepsi benim. Fiziken değil, evet, ama kalben benim.

Son ana kadar sarıldı ona, hissettiği herşeyi daha sonradan hatırlamak üzere tek tek aklına yazdı.
Evet, parmaktaki incecik bir kağıt kesiği gibiydi gitmesine izin vermek. Kanaya kanaya değil, ince ince acıtacaktı.
Sızı kelimesi içinde 2 tane uzun-ince harf barındırdığı için anlamsız gelmişti ona her zaman ama o anda çok mantıklı olduğunu düşündü. Sızı gerçekten de iki tane upuzuuun, incecik I harfiydi. Bir ince I onun parmağında, diğeri ise sevdiğinin.


***Sonbahar bitecek, kış gelecek.
Kış bitecek, ilkbahar gelmeden sevgilisi gelecek.
Bu sene Şubat ayı ilk kez onu bahardan önce sevgilisine kavuşturacak.

Demem o ki, seneye bahar, tüm zamanların en güzel mevsimi olacak.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

tüm insanlığa kırgınım

Bazen bir an geliyor, sanki dünyadaki tüm acıları kalbimin en derininde hissediyorum. Kaç gündür savaş fotoları yüreğimi dağlıyor, paylaşılsa bir türlü, paylaşılmasa bir türlü.

Yatıp uyumak, unutmak, yoksaymak istiyorum. İçim bu kadar kederi kaldırmıyor, son bir senedir ruhum tanımadığım kişilerin acılarına ortaklık etmekten halsiz.

Umarım sizi birbirinizden nefret etmeye şartlayan dinleriniz, anlayışlarınız, inançlarınız ve düşünceleriniz bir gün gerçek amaçlarına ulaşır ve savaşı kınarken bile birbirinizle savaştığınızı görebilirsiniz. Umarım siz de benden veya senden demeden her bir canlının acısını içinizde hisseder, önce kendinizden olana üzülüp, sonra kalan merhametinizi de "diğerleri" tabir ettiklerinize dağıtmazsınız.

Çok basit bir cümle yazacağım şimdi, hep tekrar edilen ama asla ne ifade ettiği anlaşılamayan.

Hepimiz insanız.
Hepimizin eline iğne battığında acıyor.
Hepimizin dizi kesildiğinde kanıyor.
Ne bir fazla, ne de bir eksiğiz.
Ne daha az değerli, ne de daha fazla üstünüz.
Hepimizin soluğu camın üzerinde bir buğu bırakıyor ve bu hepimiz için hala yaşamak anlamına geliyor.

Bunları biliyorsunuz değil mi?

17 Temmuz 2014 Perşembe

sabırsızlık

“Benim için yalnız çılgın insanlar önemlidir, yaşamak için çıldıranlar, konuşmak için çıldıranlar, kurtarılmak için çıldıranlar, aynı anda her şeyi birden arzulayanlar, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki mavi ışığı görenler, “vay canına!” dedirten o muhteşem sarı patlayıcılar gibi yanan, yanan, yanan insanlar.”


Jack Kerouac, On The Road.

9 Temmuz 2014 Çarşamba

açlık oyunları

Hayata dair açlığım var. Ve asla inkar edemem ki, hayata dair açlığı olmayan insanları anlamak ve hatta sevmek istemiyorum. Nedir benim hayata dair açlık tanımım? Yeni açılan güzel bir cafeyi delice merak etmek, orada içeceğin kahvenin kokusunu burnunun ucunda hissederek yürümek, sinemaya "pff hadi sinemaya gidelim bari.." kafasıyla değil de bir filmi gerçekten merak ettiğin için gitmek, güzel film yoksa sinemaya gidelim önerisini ASLA kabul etmemek (Benim için sinemaya gitmek eylemi asla bir "boş vakit doldurucusu" değildir, başlı başına zevk alınan bir eylemdir. Soğuk havada sinemaya gidildiği gibi, güzel havada da gidilir.), her sezonun başında çıkacak olan oyunları delice beklemek ve gerekirse iki hafta boyunca en güzel yerden izleyebileceğin biletleri kovalamak, imkan varsa otobüs yerine vapuru tercih etmek, yeni şehirlere - yeni ülkelere heves duymak ve belki de maaşını son damlasına kadar güzel destinasyonlara harcamak, çıktığın tatillerde köşe bucak kafeleri not almak, seyahat defteri tutmak, sevgiline doğumgününde alınabilecek en güzel hediyeyi araştırmak, onu hediyenin fiyat etiketiyle değil maneviyatıyla mutlu etmeye çalışmak, şarabı şarap kadehinde içmeden keyif almamak, güzel bir kahve ancak güzel bir kupayla içildiğinde tamamlanır diye atıp tutmak..


Tüm bunlardan vazgeçmiş bir insan benim için yürüyen bir kerevizden farksızdır.
Ki iddia ediyorum; şu an bir solukta size 5 farklı kereviz ismi verebilirim.


Hadi bana kalsın.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

basic daily information is needed

Saat 16.57, ofiste ayaklarımı uzatıp birbirine doladım, oturuyorum. Pek işim yok, sabahtan beri Muppet Show'daki huysuz dedeler gibi takılıyorum. Az önce tam da kindar insanlardan ne kadar nefret ettiğimi ve ne kadar can sıkıcı olduklarını düşünürken tuvalete gittim ve yok yere klozete oturup sevgilime arkadaşlarının "Şuna söyleyin bu kadar bakmasın, çok belli ediyo?" dedikleri zamanları düşündüm. Onun bana ilgisinden haberim olmadan avare avare gezmişim bir süre buralarda dedim. Bir süre üstüste bu cümleyi düşündüm ve kabinin içinde kendi kendime sırıttım. Sonra içimde ofisin sıkıntısını silecek kadar mutluluk depolandığına emin oldum, sifonu çektim ve çıktım.

Bu aralar Sia'nın Chandelier'sine taktığımdan emin olabilirsiniz. Eğer sanal alemde bir buton olsaydım, iddia ediyorum ki loop butonu olurdum. 1,2,3, 1,2,3 drink. İçimden klipteki küçük kız gibi köşeli köşeli dans ediyorum (otobüste).


Önümüzde bu ayın sonuna denk gelen 5 günlük bir bayram tatili var. Bir yere gidebilecek miyim, yoksa boş yere mi booking.com'u stalklıyorum, only god can judge, you know. Son anda gökten bir şezlong düşer belki, bu işler biraz da kısmet be canım.

Ah be, Symi adası. Rengarenktin.

27 Haziran 2014 Cuma

put a ring on it

Ben.
19 Haziran 2014'te.
Rodos'ta.
Dünyanın en tatlı ve kararlı insanına.

Evet dedim.

Bir süre kendisini diğer yüzüklerimle boğmayıp parmağımda nefes almasına izin vermeyi düşünüyorum.
İşin materyalist kısmı zaten zerre umrumda değil.
Geldin, hayatım değişti.
Halim, tavrım, gülüşüm, yürüyüşüm farklılaştı.
Çift olmak nasıl birşeymiş, öğrendim.

İlk defa gittiğim ülkeler, ilk defa yürüdüğüm yollar, ilk defa havaalanında uyumak, ilk defa basketbol maçına gitmek, ilk defa kredi kartı borcu nasıl kapatılır'ı öğrenmek, ilk defa Prag'taki rüzgar gülüyle Bozcaada'dakini ayırt etmek, ilk defa sarılmak, ilk defa kaygısız olmak, ilk defa gözlerimi kapatmak.

Sen al, dünyanın en sarkastik ve evlilikten en korkan, ay ben güleriim diyen kızına bunları yazdır.

Hayret bişeysin, cidden.

25 Haziran 2014 Çarşamba

life changing decisions that we made

Şu an ofisteyim ve karşımda sevgilim grafiker arkadaşımıza birşeyler tarif ediyor, şurayı şöyle mi yapsak vs diyor, ben de bir taraftan beyaz leblebi yiyip bir taraftan da yan gözle kendisini kesiyorum.

Ulan ne mutluyum he.

17 Haziran 2014 Salı

istemek başarmanın...

Fake görünen başarı hikayelerini sevmiyorum. İnsanda yetersizlik ve umudunu yitirme duyguları uyandırıyor, tavrım net. "Bilmemkaç yılında bir hobi olarak yazmaya başladığı blogu daha sonradan tam zamanlı bir işe dönüştü..." Şu cümledeki uyuzluğa başka hiçbir yerde tanık olmadığıma yemin edebilirim. "Sırt çantasını" alıp cebinde bir kuruş olmadan Avrupa'yı gezenler, hacimli sarı saçlarını savura savura ve pahalı ayakkabılarıyla "stajyerken az mı fotokopi çektim ehemehe" diyenler, hepimizin yaptığı öğrenciyken ders verme işini profesyonel hayata giriş için ufak ama sağlam bir adım gibi göstermeye çalışanlar.. Aynı zamanda bu hikayeleri okurken beyinlerinin içindeki klişeleri saptama lobunun (bilgisizlik) ışığı yanmayanlar, ben de yapabilirim!!!! dedikten 15 dk sonra bir çay koyup dizi izleyenler..

Geçen Temmuz'dan bu yana biri iş, diğerleri tamamen aylaklık amaçlı 6 ülke gezdim, yarın 7.ciye gitmek üzere yola çıkıyorum. Diyeceğim o ki örneğin, "meeeeeeeeh çantama sweatshirt'ümü attım gittim" diyenlere asla inanmayın, moral bozmaya gerek yok. O üzerinde masum bir geyik görünen siyah sweatshirt ya Givenchy'nin yeni sezonundandır ya da giyen kişi 15 gün önceden ticari sicil belgesi, vergi levhası fotokopisi, o ülkeden döneceğine and içme, söz verme, allah kuran çarpma belgelerini toplamış, vizesini almış, bankamatiğe gidip TL'sini 2,80 küsür kurdan Euro'ya çevirmiş, pasaport kuyruğundan önce "bi tane yurtdışı çıkış harcı alabilir miyim lütfeeen?" demiştir. Çantaya tişört tıkıp gittiğini söylemenin çok daha cool ve umursamaz göründüğünün farkındayım ama işler öyle değil. Arada asilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sürü detay var, trafik falan var, öğlen acıkıp neyse şurdan bi sandviç yiyim sonra hallederim demek var, tam online check-in yaparken internetin kopması var. Var da var.

Başarı hikayelerini giriş ve sonuçtan ibaret sananlara selam olsun, arada koskoca bir paragraf olan gelişmeyi atladınız.
Şimdi izninizle Yunanistan'a gitmeden önce alınması gereken çıktılar, sığdırılması gereken bir plaj havlusu ve koyulması gereken bir out of office mesajıyla ilgilenmeliyim.

αντίο!




16 Haziran 2014 Pazartesi

Sevgilerle!

İnsanın yaş aldıkça hayatından birilerinin eksilmesi gerçeğini hala kabullenememiş olabilirim. Teorik olarak baktığımızda bugün düne göre daha olgunuz, dün verdiğimiz kararlar, hemen bugün tedavülden kalkacak kadar çocukça gelebilir. Bu "Dün & Bugün" ölçeği benim hayatımda birebir olarak geçerli. Çoğu zaman "geçen sene bu zamanlar.." demek yerine, "iki gün önce bu saatlerde.." diyebiliyorum.

Şunu kabul etmek lazım: Her insan kendi düşünce yapısıyla değerlendirildiğinde çok haklı. Bu yüzden taraflar karşılıklı olarak kırılıyor, karşılıklı olarak öfkeleniyor ve karşılıklı olarak bir adım bekliyor. Yani tartışmalarda her zaman "kıran & kırılan, özür bekleyen & özür dileyen" olmak zorunda değil, sanırım o belirgin çizginler 14-15 yaşlarımızda kaldı (zira o yaşlarda kaldırımda oturan çocuğa durduk yere tükürüp sonra da barışmak için özür dilemen gerekebiliyordu). Bu yaşlarda ise herkesin olaya baktığı açılar ve haklı olduğu noktalar farklı.

Öfke, kırgınlık, inat insan kalbinde daha yüzeyde duran duygular, bunları bir bıçakla kaldırdığımızda altta hala sevgi durduğunu görebiliriz. En azından ben böyle biriyim, kolay kolay nefretin beni ele geçirmesine izin vermem, birinden nefret etmem için affedilmesi ve unutulması çok büyük bir kötülük görmüş olmam lazım. (Bazen bir insanın sadece tipine bakarak ya da çorbayı şapırdatarak içtiği için nefret edebiliyoruz tabii ki, ön yargı hayatın her yerinde, o konuyu -utanarak- ayrı tutuyorum.)

Neden orta yolun bulunmasının bu kadar zor olduğunu anlamak ise güç. Çoğu zaman kırgınlık anında NE GEMİLER YAKTIM, NE GEMİLEEER YAKTIIM modunda olsam da, sakinleştiğimde yavaş yavaş yenilerini inşa etmeye çalışıyorum. Kırgın ve kızgın olduğum birinden güleryüz gördüğümde kalbim yumuşuyor. Zaman gerçekten de ilaç gibi radyo çocuklar. Sabit fikirli olmayalım, olaya sadece kendi açımızdan bakmayalım yeter. Sonuçta bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa? Ve tabi ki insanlar elele tutuşsa, birlik olsa falan filan.

Çok dağınık bir yazı yazdığımı biliyorum ama içimden geçenleri sıraya koymadan, aklımdan geçtikleri şekilleriyle yazdım.
Sevgiler. Gerçekten sevgiler.

27 Mayıs 2014 Salı

Belgrad'a gidelim. Bir Jelen içelim.

Uzunca bir beklemeden sonra geçtiğimiz Mart ayında Belgrad'daydık. Aman yarabbi! Orda yaşadıklarımız, tattıklarımız, dinlediklerimiz, yaptıklarımız nasıl birer mutluluk kaynağıydılar.. Yaşadık dostum, 3 gün içerisinde epeyce yaşadık.

Sevgili dostum Taygun, sevgili sevgilim Özgün ve bendeniz olmak üzere üç kişilik yolculuğumuza sabahın erken saatlerinde bir Havataş otobüsünde başladık. Şanslıydık ki hava da en az bizim kadar şekerliydi. Havaalanına TABİİ Kİ erkenden vardık, yanyana oturabilmek için uçağın arka koltuklarını seçtik ve beklemeye başladık. Beklerken ben yine herşeyimi kaybettim, sonra da sükunetle buldum (iki kere alınan yurtdışı çıkış pulları, selam olsun sizlere). Saatimiz gelip uçağa bindiğimizde ise içimi uçağın kaçırılacağına dair tuhaf bir şüphe kapladı. Neden arka koltuğumuzda oturan orta yaşlı adam hostesin ısrarlı sözlerine rağmen ön sıralardaki yerine yerleşmeyip BEN BURADA OTURMAK İSTİYORUM!! SONRA GEÇERİM BELKİ YERİME?? diye tutturuyordu? Adam uçağı kaçırdığında masum gözükmek için uyumaya karar verdim. Dalmışım.

Pilotumuz uçağımızı indirmekten ziyade hoppaa diye düşürdüğünde uyandım. Belgrad'daydık. Yanımda çok sevdiğim iki kişi vardı ve hava güneşli görünüyordu. Tatil başlayabilirdi.

Havaalanı çıkış etrafımızı "taxi? you need taxi? 5 euro city center? cheaper than bus, huh?" diye saran amcalara aldırmayarak bizi evimizin olduğu yere götürecek olan 72 no'lu otobüsü beklemeye başladık. Yanımızda 5 kişilik bir erkek grubu vardı, Taygun'la Özgün azcık muhabbet ederken onlardan uzakta oturup ayaklarımı banktan sallandırdım. (Bu arada taksi otobüsten ucuz falan da değil, kişi başı 1.5 euro verdik, taksiciler kişibaşı 5 euro istiyor.)

Otobüs yolculuğumuz esnasında geçtiğimiz tüm semtleri "aa aynı Ataşehir? burası biraz Göztepe? Sanırım Taksim'e yaklaşmaya başladık" diye yaftalayarak ineceğimiz durağa vardık, bize evimizi gösterecek olan kişiyle buluştuk, gezilecek yerler konusunda önerilerini aldık (ki aslında ben araştırmalarım sonucunda Belgrad'a son derece hakimdim) ve yemek yemek için sokaklara döküldük.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, BELGRAD ÇOK UCUZ DOSTLAR. Evimize yakın ve güzel görünen bir otelin restoranında afedersiniz 1 KG ET yedik, votkalar, biralar, Sırp usulü fasülye ve fırında patates. Garsonumuz kibar, fiyatlar makulun de ötesinde şaşırtıcı, yemek ise adeta üç gün idare ettirecek cinstendi. Sonrasında Kalemegdan'a gittik, Tuna Nehri'ne karşı Sırp gençlerle birlikte uzandık ve güneşin açıkta kalan derimize nufüz etmesine izin verdik. Hayat, aşk, arkadaşlık güzeldi, işte orada hatırladık.


İlk günün akşamında avare avare şehri dolaşıp güzel içkiler içip çok doyup & çok yorulduktan sonra ikinci gün artık bir daha o kadar yememeye karar verdik (tutamayacağımız sözler). Sevdiğimiz insanlara postalamak üzere kartpostallar aldık ve bir coffeeshop'ta ballı çay içip sandviç yedik. Hava o kadar güzeldi ki gitmeyi planladığımız Tesla müzesine kadar yürüdük, biraz daha kartpostal aldık, müzede elektrik faturası ödediğimiz için kazıklandığımızı öğrendik ve dönerken yol üzerinde gördüğümüz bir kafede oturup rakija, vodka ve Cosmopolitan içtik. (Kendime not: Yol kenarında gördüğün küçük kafelere daha sık gir, içerde çok tatlı garsonlar sana ayvalı rakı ve hoş sohbet vaat ediyor olabilir.) Akşamında Little Bay isimli canlı olarak klasik müzik icra edilen bir restoranda güzel bir yemek yedikten sonra Belgrad'ın caz klüplerini keşfetmeye karar verdik. İŞTE BURADA DURUYORUZ. Eğer Belgrad'da biri sizi "Şurada çok güzel bir caz klüp var" diyerek ıssız ve karanlık sokaklara sokarsa, MUTLAKA GİDİN. Popomu keserler mi diye düşünseniz de, böbreğinizin çalınmasından hoşlanmasanız da gidin. Sokaklar göründüğü gibi tehlikeli falan değil, sadece İstanbul'a göre biraz daha boş.

Siz hayatınızda hiç Münir Özkul'un bateride, İlber Ortaylı'nın klavyede olduğu bir barda zevkten dört köşe bir şekilde caz dinlediniz mi? Tüyler diken diken.


Bu arada pek tabii ki üniversite bahçelerinde ve Belgrad sokaklarında, marketlerinde bolca vakit geçirdik. Oranın TBMM'sinin önünde taş merdivenlere yattık ve vurulmadık, taksicileriyle muhabbet ettik ve hayatımızın en Tim Burtonvari fırtınasına yakalandık. Düşündükçe içim ısınıyor. Girdiğimiz plakçılarda tek tek bütün plakları elledik (Taygun gelecekteki çocuklarının rızkını plaklara yatırdı, üniversite masraflarını ben karşılayacağım Fikret) ve tıkış tıkış clublarda ter içinde zıplanılan gece hayatının asla bize göre olmadığına bir kez daha emin olduk. İyi sohbet her zaman kazanır dostlarım. (Bu noktada Sırbistan'a gitmek isteyen yiğit Türk erkeklerine not: Sırbistan'da da kızlar teklif etmiyor...)

Diyeceğim o ki; çok içten ve çok sıcak bir şehir Belgrad. Önüme çıkan ilk fırsatta bana 90'lı yılları anımsatan bu naif yere tekrar gitmeyi yürekten istiyorum. Şu an bu yazıyı yazarken farkediyorum ki, Tuna nehrine karşı yatarken derime işleyen güneş sanırım çaktırmadan kalbime de işlemiş.

Sevgiler.

12 Mayıs 2014 Pazartesi

cool as ice

Hayattaki en sinsi çaresizlik ayak üşümesi olabilir. Ofiste normal bir suratla mail yazarken aslında aşağıda ayaklarımın -40 derece soğuk suda yüzdüğünü kim bilebilir ki? (Acaba şu anda başka kimlerin ayağı üşüyor diye merak etmiyor da değilim. Açık edin kendinizi, utanmayın!) Babet çorabı denen şeyin estetiğine kandığım için oluyor bütün bunlar, bu illete alışmadan önce GERÇEKTEN yaz geldiğine inanmadan babetleri çıkarmazdım dolaptan.

Kahrolsun içimdeki kız çocuğu, kahrolsun bir türlü kendini gösteremeyen güneş.

*P.S: Ben bu satırları yazarken ofiste buzdolabı muhabbeti dönmesi sayesinde sanırım psikolojik olarak bademciklerim de şişti.
Oley.

21 Nisan 2014 Pazartesi

get spring-ed.

1 aydan daha kısa bir süre sonra kısacık bir Bozcaada tatiline gideceğim. Her zamanki gibi küçük küçük notlar aldım, nerede ne yiyeceğim, hangi şaraptan almalıyım, hangi pastanede tatlı yiyip hangi sahilde kumların üzerinde yatacağım hepsi belli, aklımda. Tatil planlamak konusunda hiç mütevazı değilim, olmayacağım.

Sanırım şimdiden daha önce hiç gitmediğim bir adanın kokusunu burnumda duyuyorum, denize giremeyecek olsak bile saçlarıma mutlaka tuzlu su süreceğim, karışsınlar biraz.

Bademli lokum alacağım, sonra her lokumsever gibi dayanamayıp kese kağıdının ağzını aralayacağım ve iki lokum çıkaracağım. Biri benim ağzıma, hop öteki de onun ağzına. (Sonra tabii ki bütün lokumu bitireceğim, saçmalamayın aklımda duracağına midemde dursun)

Çamlıbağ şarabı içeceğim sokaklarda yürürken, gece sahile gidip rüzgardan korunmak için sweatshirtümün kapşonunu geçireceğim başıma ama ayaklarım mutlaka çıplak olacak. Kuma gömeceğim parmaklarımı, sonra da aşağıda hafif hafif oynatacağım.

Kahvaltıları ay resmen uzatacağım; reçel, marmelat, beyaz peynir, nutella, börek ne varsa artık hakettim. Uzun zamandır yediğime içtiğime çok dikkat ediyorum ama Bozcaada'da midemin üzerindeki hayali kırmızı fiyongu hayali makasımla keseceğim. Midemi kullanıma açacağım dostlar, no more ızgara sebze.

Çiçekli neyim varsa götüreceğim, sokaklarda eteğimi sallaya sallaya koşmak istiyorum. Belki papatya da toplarız, sonra ben her zamanki çöpçülüğümle atmaya kıyamadığım papatyaları senelerce saklamak üzere yanımda İstanbul'a getiririm.

Onu her zamankinden daha çok seveceğim orada, bakıp bakıp ellerimi yüzüne süreceğim, burnuna bastıracağım. Burnumu yamultma diyecek, daha çok bastırmak için elle tutulur sebeplerim olacak.

Hep derim bahar insanıyım ben, bahar gelince mutluyum; tatili, lokumu ve kumu bahane ediyorum.
Bahar ayrı bir mutluluk, ayrı bir hayata sarılma isteği.
Hadi bakalım.

18 Mart 2014 Salı

gösteriş, ki en kötüsüdür.

Biraz sonra anlatacağım kısa olayın sadece bizim ülkemizde yaşandığına inanıyorum:

Otobüse bir kadın biniyor. Yaşından ve yaşıyla son derece örtüşen telaşlı davranışlarından ötürü birkaç sene sonra"teyze" sıfatını rahatlıkla uygun görebileceğimiz bir kadın. Biner binmez akbil basıyor, hızlı hızlı adımlarla kendine boş bir yer edinmeye çalışıyor otobüste. İneceği duraktan emin olamadığı için şoför koltuğuna yakın bir yerlerde beklemek aklına yatıyor. Otobüs hareket ettiğinde içini hafif bir rahatlama kaplıyor, zor kısım gerçekleştirildi, varılacak noktaya onu götürmesi planlanan otobüs seçimi tamamlandı, akbiller basıldı, tutunacak bir sap bulundu, ve yolculuğa hazır...

Birkaç durak geçtikten sonra kadının içinde yeniden bir şüphe tohumu beliriyor. Neden otobüsün geçtiği hiçbir semt onun aklında kalan halleriyle değil? Acaba güzergah mı değişti? Hatırlayamıyor olabilir mi? Daha da kötüsü... Yanlış otobüse mi bindi????

Bulunduğu noktadan bağırıyor kadın, "Şoför bey bu otobüs x durağından geçmiyor mu? Şoför bey???"
Yanındaki son derece iyiliksever ve yardım etmeye her daim hazır adamlar topluluğu "Ablacım sen yanlış binmişsin. Bu otobüs ordan geçmez, sen şimdi iki durak sonra ineceksin, karşıya geçip xxxbb otobüsüne bineceksin, sonra o otobüsten minibüs yolunda inip biraz yürüyeceksin..." O sırada yardım etmek için çabalayan insan seslerini bastıran son derece yetkili bir ses duyuluyor. "Abla bak şimdi, burda durak yok ama ben şimdi seni indireyim, karşıya geç, ters istikamette tekrar bin. İnerken dikkat et, yan taraftan arabalar hızlı geçiyor, hadi hadi acele et biraz bak saatim geçiyor." Teyze telaşlı adımlarla kalabalığı yara yara kapıya ilerlerken ben insanların yardım etmete ne kadar meyilli olduklarını, problem çözmeye bayıldıklarını düşünerek gülümsüyorum. İyi ya!! diyorum içimden, küçük bir mutluluk kaplayacakmış heryeri gibi yerimde hafif hafif hareket ederken teyze iniyor ve herşeyin çehresi birden değişiyor. "Bilmem nereye gidecek, bindiği otobüse bak!! Hayır önde yazıyor bir de ana durakların adı, hiç mi bakmazsınız arkadaş! Hayyyyret bişe yaaa (alaycı gülümsemeler)"

Tanıdık geldi mi? Ben bu olayın aşağı yukarı benzerlerini defalarca kere yaşamış olabilirim.
Sizin karşınızdakine yaranan, yanınızdakine de salak bunlar yeaaa keh keh diye böbürlenen aklınıza sıçayım.
Bir kere de iyilikte istikrar tuttur ey insanlık, hepiniz hevesimi kursağımda bırakıyorsunuz.

11 Mart 2014 Salı

bu bir kelebek, resmen öyle.

Parmaklarına bakıyorum, bir erkeğin elleri olamayacak kadar ince ve güzel.

Birşey anlatırken duraklıyor sık sık, alt dudağını ıslatıyor, vücut dilini kullanarak elleriyle bir şeyler anlatmaya devam ediyor, kimi zaman kaşlarını çatıyor farkediyorum, çoğu zamansa o en sevdiğim alt dudağını aşağı sarkıtan gülümsemesi yüzünün orta yerinde. Kendi içimden isim taktım o gülümsemesine ki onun bile haberi yok bundan, gurur duymalı şefkat gülümsemesi o, hemen tanıyorum.

Sabah eğer ki uzun uzun yolları aşıp gelip beni evden almamışsa, mutlaka otobüs beklerken arıyor, o saatte nereden bulduğunu asla anlayamadığım bir enerjiyle cevap beklemeden konuşuyor, ne tatlı ki hep ama hep anlatacak bir şeyleri var.

Arkadaşları aylar önce bizi ilk kez birlikte gördüklerinde, gözlerinden kalpler fışkırdığını söylüyorlar, tamam bunlar bulmuş birbirini diyorlar.

Benim arkadaşlarımsa beni üst üste birkaç kez tek görürlerse, o nerde yaa özledik, çağır gelsin diyorlar. Benim gibi, onlar da onu özlüyorlar.

Ona doğru koşarak gidip sarıldığımda gerçekten nerede olursak olalım, havaya kaldırıyor beni, bak benimle dalga geçme kendi etrafında döndürürüm seni diyor. Beli ağrıyacak diye korkuyorum, ben güçlüyüm diyip kendi etrafımda çeviriyor, bense nefesimi tutup gözlerimi kapatıyorum.

Bambaşka şeyler konuşurken beni susturuyor, çok güzelsin hemen beni sevdiğini söyle! diyor. Gülümsüyorum, söylemiyorum, söyletene kadar ısrar ediyor. Isrardan nefret eden beni o kadar güzel idare ediyor ki. Elini ilk defa tutmaya çekindiğim zamanlarda ama bak bu tünelin altı çok dar, seni elinden tutup geçirmem lazım diyor, bir daha da o eli asla bırakmıyor. Ben de sıkı sıkı tutunuyorum eline, dünyanın en güçlü kavrayan, en güven verici, en dürüst, en sıcak eli sanki o el.

Hayatımda ilk defa bir insanın sinirlenmesini çok karizmatik buluyorum, çok!

Ufacık bir yardımım dokunduğunda, ufacık bir hediye aldığımda bile o kadar minnettar oluyor ki, utanıyorum. Annesinin benim için ördüğü açık pembe bereyi takmam bile bir mutluluk onun için, onun mutlu suratı da benim için.

Yapıcam dediği şeyi yapan erkek cazibesiyle küçük küçük engelleri aşıp bana doğru ilerliyor, ben de o yolun sonunda kollarım açık onu bekliyor olacağım.

Tuhaf hisler bunlar, gecenin bir yarısı kelebekli melebekli başlıklar attıracak kadar tuhaf.

27 Şubat 2014 Perşembe

Türkçe güzel bir dil, upuzun cümleler yazarken aynı kelimeleri kullanmamız gerektiğinde hemen aynı anlama gelen üç kelime daha bulabiliyoruz.

*İşten eve geldiğimde en az iki bölüm dizi veya bir tane film izlemeliyim ki, o akşamı verimli geçmiş sayabileyim. Yoksa içimde hafif bir sızı oluyor, bugünü de boş geçirdim hiç birşey yapmadım diye kendi kendime dert ediniyorum.

*Odamda dururken veya mutfakta çay doldururken şarkı söyleyip dans etmeyi seviyorum, evdekiler de o kadar kanıksadı ki durumu, hiç biri delirdiğimi düşünmüyor.

*Yalnızlık ve mutsuzluk kesinlikle insanın yaratıcılığını tetikliyor, aksini iddia edenle tartışırım. Mutluluksa krem şantisi fazla bir pasta kadar tembelleştirici.

*Bazen gerçekten çok soğuk bir insan gibi algılanabiliyorum dışarıdan, doğrudur. Ben bir dizi karakterinin akıllara yer etmiş cümlelerinden alıntı yapan insanlara gülebilen biri değilim. Bunu iyiyim veya kötüyüm anlamında söylemiyorum, sadece biri "ne çççeeektin be Selen" dediğinde "hehe. evet." kadar gülebiliyorum, o da zorla, o da ayıp olmasın diye. Veya tanımadığı biriyle yaşadığı bir anı canlandıran kişinin (örneğin; sabah diyaloğa girdiği bir bakkal amca olabilir) o kişiye komiklik olsun diye herhangi bir yöre ağzı efekti katmasını komik bulmuyorum. Cem Yılmaz gösterilerinde yapıyor, ona gülüyoruz ama sen yapınca olmuyor, yapma. Hele ki iyi espri yaptığını düşünen insanın al al yanaklarıyla bağıra bağıra aynı cümleyi tekrarlaması.. O konuya hiç girmeyeyim isterseniz.

*Birine acilen ulaşmanız gereken bir zamanda telefonunuzun aniden "artık dokunmatik olmamaya karar verdim o yüzden parmağını üzerimde sürükleyip durman bana birşey ifade etmiyor" dediği, sabah atmanız gereken maili akşam çıkmadan önce hatırlayıp aceleyle atmaya çalıştığınızda ekranınızın donduğu, televizyonda gerçekten yılda bir yakalamak istediğiniz görüntüyü açmaya çalışırken kumandanın pilinin bittiği anlar. Ayoooooooooooo, i'm tired using technologiiiiieeee-ee anlar.

*Eskiden sabahları daha pozitif uyanırdım bu aralar nedense zavallı bir kibritçi kız gibi uyanıyorum, perişanım.

*Beni üşütmeyen mont yorar.

*Son olarak şunu söylemek istiyorum. Eskiden okumayı sevdiğim ama nedense yazmayı bırakan, sonra günün birinde hatırlayıp "aaa böyle biri vardı" diyip bloglarına girdiğimde artık öyle bir blogunun mevcut olmadığını gördüğümüz bloggerlar. Sizi özledim. Yine yazsanıza.

8 Ocak 2014 Çarşamba

benden söylemesi

Akşamüzeri sevgiliyle şehrin en tatlı tiyatro salonlarından birinde etkileyici bir oyun izledikten sonra, oyun hakkında heyecanlı heyecanlı konuşarak eve döndük. Sonra koltukta gömüldüm, whatsappta insanlarla konuştum, bir ara şeytan dürttü, girdim maillerime baktım. YİNE HERŞEY SAÇMASAPAN SORUNLUYDU. Herşey saçmasapan sorunlu olunca çok mutsuz oluyorum. Her mutsuz insan gibi 1 saatlik gereksiz bir söylenme seansından sonra arama çubuğuna yabancı dizi izle 1 nokta com yazıyorum. Evet 1. Sonra sabaha kadar dizi izliyorum. Literally sabah olduğunda ise uyanamıyorum, zorla işe gidiyorum. Otobüsler çok kalabalık, bir de iş yerindeki kahve çok kötü. Kahve değil de filli boya içmekten keyif alamıyorum ben, öyle de kötü bir huyum var.

Üsküdar Stüdyo Sahnesi'nde Michelangelo'yu hala izlemediyseniz izleyin. Bilet bulmak çok zor ama kasın, izleyin. Eve gelince de mailinizi kurcalamadan kitap okuyun. Google'a yabancı dizi yazmak istiyorsanız yine yazın ama bu seferki "yatmadan önce bi bölüm office atayım meh" rahatlığıyla olsun. Bölüm bitince de afedersiniz bacağınızı ata ata uyuyun.

Şimdilik tavsiyelerim bunlar.