4 Eylül 2011 Pazar

bizi çağırıyor

Eylül ne kadar tatlı değil mi? Yeni oyunların haberlerini okuyup heyecanlanırsınız, kültürel etkinlikler yoğunlaşır, mesela filmekimi gelmektedir, sinemalardaki dandik yaz filmleri ise nihayet gitmektedir. Havanın sıcağı boğmaz, soğuğu dondurmaz bu ayda. Çok sevdiğiniz fularlarınızı dolaba hapsolmaktan, hırkalarınızı da belki üşürüm? bahanesiyle çanta içinde dolaştırmaktan kurtarırsınız.

Eylül'de tek başına İstiklal'de yürümek, Mephisto'ya gidip kitapları ellemek, belki o sırada çalan şeyi çok beğenip CD'sini almak, herkesin sevdiğine inandığım J'adore'da oturup çilekli sıcak çikolata içmek harikadır. Sonbaharı her özlediğimde bahsettiğim birşeydir, İstiklal'de tek başına yürümek ve Eylül. "İstiklal'de sevgiliyle yürümek ve Eylül" ise bambaşkadır, onu anlatmak zaten bilinen birşeyi tekrarlamak olacağından yazmıyorum bir daha.

Bütün bunların yanında Eylül diyince benim aklıma buğday tenli, kumral, incecik sandaletler giymiş ve ayağında yazdan kalan kumlarla dolaşan bir kız gelir. Şairane bir havayla ve ağzımda pipoyla düşünüyormuşum gibi bir etki yaratmak için yazmadım bunu bu arada, gerçekten böyle bir resmi var Eylül'ün kafamda. Seviyorum o resmi ben ve inanıyorum ki geleceğimde konuşacağım da onunda (ayrıca sevilen bir şarkı). Bir isim daha olacak hayatımda, geçen gün buldum ve mest etti beni, ama söylemem. Bu yazının içinde bir yerlerde saklı.

Kendim için yazıdır bu, Eylül'ü neden bu kadar çok sevdiğimi hatırlamak için. Sütlü kahve renginde olduğu ve yazdan kalan o kokuyu şehre taşıdığı için her zaman güzel ve anlamlı. Bu ay hakkında böyle delirmişim gibi konuşan tek ben değilim bunu biliyorum, herkesin için de biraz var bu sevgiden ve soyut soyut konuşma isteğinden.

Tadını çıkaralım işte karşımızda mis gibi Eylül duruyor, en fazla 26 gün daha kalacak, 1 seneden önce de dönmeyecek.