28 Aralık 2011 Çarşamba

simgesel.

Hayatınızı Faber Castell 48'li pastel boya gibi de yaşayabilirsiniz, Nurşah Ltd. Şti. 6'lı pastel boya gibi de. Altın sarısı, gümüş rengi ve fuşyayı bünyenize katıp katmamak size kalmış.

Sanırım o kadar rengi barındıranlar hiçbir zaman çok kararlı olamayanlar, arayışla keşfedenler. Yolumdan şaşmam diyenlerse tek ton mavi ve tek ton yeşille devam etsinler. Ama uyarırım ki gün gelecek deniz ve gökyüzünü aynı boyayla boyamak zorunda kalacaklar. Pişman olacaklar.

MAVİ diye tutturarak sıkışıp kalmak ve turkuazla camgöbeğini görememek de var.

26 Aralık 2011 Pazartesi

acem kızı, çeçen kızı, sen allar giy ben kırmızı

Geçen hafta ofiste mahallenin pek sevilen, "errrrkek gibi harbi kızı", bıçkın bir Türkan Şoray tiplemesi olarak takılıyordum (kendi kendime, içimden takılıyordum, onlar dışarıdan gömlekli bir kız gördüler sadece). "Ullan gebeeeş! Üstte başta desen yok, para desen nanay! Kader cilvesini yapmış, hayat kelek çıkmış boşveeeer.. Gönlümüz zengin bizim be abla! Cep bakımından fakiriz ammmaa his bakımından kallaviyiz icabında.." diyordum laptopa -alaycı bir acıyla- bakarken. Öyle fakirdi ki içim. Öyle serkeştim ki. Yere eğilip haydi bakalım kemiiik diyerek zar atasım, basma etekle Turist Ömer'e varasım vardı. Ruhum bunu istiyordu resmen. Ne saraydaydım ne de handa, bir zalim ocağında yapabileceklerimi düşünüyordum. Fakat ne gam, tam da akşamında laptopuma bir mail düştü. "29 Ekim'de fazladan çalışan arkadaşlar tatil haklarını 30 Aralık'ta kullanabili..."

Kuzum, arabayı hazırlar mısınız lütfen? Yarım saate kadar evden çıkıyorum. Rıza efendiye de söyleyin akşama sofrayı hazır etsinler. Akşama küçük bir ziyafet tertip ettim kendime, bir kuş sütü eksik olsun istiyorum. Kristal bardağın dibindeki zenginlik göstergesi olan bir parmak viskimi de unutmayın rica ediciim. Mavi duvarlı, üzerinde kuş resimleri olan merdivenlerin başında Mango'dan 29.99'a aldığım elbisemle dikilmeyi arzu ediyorum. Ah hayat ne kadar da şampanya, ne kadar da fondan değil mi? Şu paçoz mahalle dilberini de alın karşımdan, müştemilatta yesin o.

Gidelim şekerim.

14 Aralık 2011 Çarşamba

yazın soğuk, kışın sıcak

Hayatta insanın kendine sağlayabileceği en büyük lüks, istemediği şeyi yapmamak sanırım. İşe gitmek, para kazanmak gibi temel mecburiyetlerden vazgeçin, satın anasını gençler, viva la boheme! demek istemiyorum tabi ki, en azından çalışmak istediğin alana yönelmek cesaretini veya paranı nasıl harcayacağının kontrolünü eline alabilirsin'i kastediyorum. Herkesin hayat tarzıyla orantılı olan büyük mecburiyetlere katlanmak gerek, evet, kabul ama küçük olanları niye kelepçe gibi takıyoruz ayak bileğimize?

Çok yoğunsun, başını kaşıyacak vaktin yok ama sinemaya mı gitmek istiyorsun? Git.
Ertesi gün erken kalkacaksın ama uykun mu yok? Uyuma.
Bir insandan çok da hazetmiyor musun? Sevme, boşver takılsın.

Niyetim başınıza bir Osho olmak değil ama herşey daha güzel olmayacak mı sanki yukardakileri yapınca? En fazla uykusuz kalırsın veya işlerin biraz gecikir ama karşılığında nefes alırsın. O "ben çok fedakarımdır, dürüstlüğüm en kötü özelliğim şekerim karşımdakini kıramıyorum ben:(((" diye dolaşan herkes aynen tarif ettiğim gibi yapıyor, biliyorum. Telefonu ısrarla çalarken sessize alıp "hiç konuşamam şimdi iki saat amaaaeen" diyen insanlar. Siz de iyi yapıyorsunuz bazen.

Sevgilimle Friends muhabbeti yaptığımızda ben hep Monica'yla özdeşleşirim, çünkü çoğu zaman elimde olmayan şeyleri de kontrol etmek isterim, yapmaya çalıştığım birşey yıkılınca ben de yıkılırım. Herhangi birşey için çaba harcadıysam zamanında, zemininin sağlam olduğuna inanmak isterim. Üzülürsem veya sinirlenirsem saplanıp kalırım, kabullenemem. Karşımdaki insan ne yaptığını anlasın diye ben de onun gibi davranmaya çalışırım, görsün isterim, sonra gün gelir 'ee sen de öyle yapıyosun ama?' der. Haklıdır, haksızımdır, zor yüzleşirim.

Çok fazla şeyden vazgeçiyorum değişmek, rahatlamak için. Alnımdaki Japon animesi kılıklı kocaman damlayı silip atıyorum. Saplantılarımın, mecburiyetlerimin çoraplarını sessiz sessiz çıkarıyorum, izin veriyorum, toprağa bassınlar.


Monica'dan vazgeçip Phoebe oluyorum.

12 Aralık 2011 Pazartesi

saçmasapan şiirli

Oyunlar, filmler, kitaplar , güzel müzik, mis kokulu kahve!

Şirin genç kız olmamak elde değil. Hem eskimiş konversim de var.
Bir de anlamlı gibi ama efsane anlamsız cümleler kursam.
Uyanıklıklara uyusam mesela? Veya ne biliyim uçurumlardan düşercesine havalansam gökyüzünde?
Zıt şeyleri bir arada söyleyip söyleyip "..çok şeyler kastettim yine bugün..." desem otobüste tutunurken.

Koşarcasına dursam, kusarcasına yutkunsam.
Otururken ayağa kalksam.


Hepsi de çok dolu, çok manidar cümleler değil mi...

Günümüzde şair olmamak insanın elinde değil dostlar, ben ne yapayım..

ılık

Arkadaşınız vardır, yaşam sevinci katar.

Çok soğukta atkı, çok sıcakta esinti, çok yağmurda altında bekleyeceğiniz tentedir.
Çayınızın şekeri erisin diye karıştırandır.
Kahvesinin yanındaki tek lokumu ikram edendir.
Suyunuzun içindeki kahve tortusunu kürdanla çıkarandır.
10 dakikalık mesafeden yanınıza gelirken, telefonla arayıp yolda muhabbet edendir.
Afyon dinlenme tesislerini bile dünyanın en güzel kafesi gibi hissettirendir.
Asla darılmayandır. Sarılandır.

Arabada arkanızda otururken bi parmağıyla gözlerinize silecek yapandır. Gün gelip ağladığınızda varlığıyla gözlerinizi silecek olandır.

Benim için Taygun Bulmuş'tur.

Sizin için kimdir?

13 Kasım 2011 Pazar

kişisel gelişim

Pek neşeli şeyler yazamadığım için yazmamayı tercih ediyorum bu ara. Kimse bana kaşlarını indire indire "neyin var:S" demesin ama herkes anlasın, yanımda olmaya çabalamadan yanımda olsunlar istiyorum. Bu cümleden de anlaşılacağı gibi kendimi ifade edemiyorum.
Kendinizi yalnız, mutsuz hissediyorsanız, bunun hiçbir zaman çaresi yok. Kendiniz halletmek zorundasınız. Başa çıkmak, geçmesini beklemek zorundasınız. Evde oturup duvarlara bakmadan, televizyonda saçmasapan programlar izlemeden, buzdolabını açıp tereyağıyla bakışmadan iyileşemezsiniz. Karşıdaki insan sizi anlamayacaktır. Uğraşmayın. Saçmaladığınızı, şımardığınızı düşünüp sizi uyutmayan sıkıntıları, endişeleri, korkuları bir çırpıda yüzeyselleştirecektir. Bunu kendinize yaptırmayın, ergenlikten yeni çıkmışsınız gibi davranılmasına izin vermeyin. İletişim kuramadığınızı düşünüyorsanız, kimseye anlatamıyorsanız (zaten ne anlatmak istediğinizi de bilmiyorsanız) çabalamayın. Olmayacaktır.

Sizin üzgün olmanız bir insanın içinde ilk etapta şefkat, paylaşım, yardım etme isteği yerine bıkkınlık uyandırıyorsa, boşverin. Beni dinleyin.

Been there, done that.

13 Ekim 2011 Perşembe

yolun zoru.

Bazı şarkılar var, biliyorsunuz onları. Duyduğunuz anda ne kadar mutlu olursanız olun, can acıtırlar. O şarkıyı dinlediğiniz ilk ana götürüp, aynı gün dudağınızın üstüne düşen gözyaşının tadını bile hatırlatırlar. Asla da radyoda değiştirmezsiniz o şarkıyı, ağır depresyonla beslenen o sinsi huzuru bildiniz değil mi?

Sadece şunu söyleyebilirim bu konuda, gençlik vardı.
O zaman hissedilen herşey daha yoğun, aşk daha derin, özlem daha koyuydu. Öte yandan aileden saklanan bişeyler olması, dizlerinin çözülmesi hissi, mutlu olduğunda panikle nefes alamıyorum, nefes alamıyorum!!diye bağırmak. Buluşmak için akşamı beklememek. Güzeldi. Farklıydı.

Bir şarkının elinden tuttum, senelerce geriye gittim ben bugün, özledim.

4 Eylül 2011 Pazar

bizi çağırıyor

Eylül ne kadar tatlı değil mi? Yeni oyunların haberlerini okuyup heyecanlanırsınız, kültürel etkinlikler yoğunlaşır, mesela filmekimi gelmektedir, sinemalardaki dandik yaz filmleri ise nihayet gitmektedir. Havanın sıcağı boğmaz, soğuğu dondurmaz bu ayda. Çok sevdiğiniz fularlarınızı dolaba hapsolmaktan, hırkalarınızı da belki üşürüm? bahanesiyle çanta içinde dolaştırmaktan kurtarırsınız.

Eylül'de tek başına İstiklal'de yürümek, Mephisto'ya gidip kitapları ellemek, belki o sırada çalan şeyi çok beğenip CD'sini almak, herkesin sevdiğine inandığım J'adore'da oturup çilekli sıcak çikolata içmek harikadır. Sonbaharı her özlediğimde bahsettiğim birşeydir, İstiklal'de tek başına yürümek ve Eylül. "İstiklal'de sevgiliyle yürümek ve Eylül" ise bambaşkadır, onu anlatmak zaten bilinen birşeyi tekrarlamak olacağından yazmıyorum bir daha.

Bütün bunların yanında Eylül diyince benim aklıma buğday tenli, kumral, incecik sandaletler giymiş ve ayağında yazdan kalan kumlarla dolaşan bir kız gelir. Şairane bir havayla ve ağzımda pipoyla düşünüyormuşum gibi bir etki yaratmak için yazmadım bunu bu arada, gerçekten böyle bir resmi var Eylül'ün kafamda. Seviyorum o resmi ben ve inanıyorum ki geleceğimde konuşacağım da onunda (ayrıca sevilen bir şarkı). Bir isim daha olacak hayatımda, geçen gün buldum ve mest etti beni, ama söylemem. Bu yazının içinde bir yerlerde saklı.

Kendim için yazıdır bu, Eylül'ü neden bu kadar çok sevdiğimi hatırlamak için. Sütlü kahve renginde olduğu ve yazdan kalan o kokuyu şehre taşıdığı için her zaman güzel ve anlamlı. Bu ay hakkında böyle delirmişim gibi konuşan tek ben değilim bunu biliyorum, herkesin için de biraz var bu sevgiden ve soyut soyut konuşma isteğinden.

Tadını çıkaralım işte karşımızda mis gibi Eylül duruyor, en fazla 26 gün daha kalacak, 1 seneden önce de dönmeyecek.

25 Ağustos 2011 Perşembe

mute!

İnsan bazen çok sinirleniyor. Ağzından burnundan sinir fışkırıyor, sinir kuduzu oluyor, köpürüyor. Ben gürültülü ortamda çok sinirleniyorum mesela. Bir de misafir olarak kaldığım evin televizyonuna ait 8 adet kumandayı gördüğümde. Sabah evin sahipleri uyanmadan televizyonu açmak gibi bir lüksüm olmadı hiçbir zaman. Beceremiyorum ben, alet edevatla anlaşamıyorum. Derin bi nefes alıp gözüme en az komplike gözüken kumandayı seçiyorum ve 2 yaş zekasıyla hemen dikkatimi çeken kırmızı düğmeye basıyorum. Tabi ki de ekranda AV..INTRO.. falan böyle bişeyler yazmaya başlıyor, napıcağımı bilemeyip biraz bakındıktan sonra kravatlı bir sayı olan 1'e basmaya karar veriyorum. En devletli sayı o çünkü, sözü geçer, açar televizyonu diyorum. 1'se bana umduğumu asla vermiyor, ekran karıncalanıyor. Yeşil bi pencere çıkıyor içinde yazılar var, skipping channel vs diyor (ki gördüğünüz gibi o yazıları uyduramıyorum bile) ulan hayatta çıkamıyorum ben o işin içinden. Bi süre sonra bütün kumandaların renkli olan bütün tuşlarına basmış bir insan olarak hala Kanal D'nin incisi Akasya Durağı'nın reklamına rastlamamış olmam, teknolojik yeterliliğim açısından üzücü fakat bir yandan da zaten yıpranmış olan sinirlerimi daha çok germemesi açısından sevindirici. Ne demişler, herşeyin bişeyi var? Dimi?

Gerçi sonrasında her zaman mucizevi bir şekilde bbc çıkıyor karşıma. wel hellööööy diyen İngiliz kadınlar. Muhtemelen safariye çıkmışlar ve "saç en emeyzing eksperiyıns."lar havada uçuşuyor. Aslanlara hayy siviiitiy derlerken kanalı değiştiriyorum, MTV olsun, Digitürk'ün film kanalları olsun bi bakınıyorum. NTV, CNBC falan. Takılıyorum. Kanal D, ATV. Hayat o saatten sonra bana güzel.

Demem odur ki; ben kumandaların ortasındaki P (yukarı-aşağı) ve V (sağ-sol) tuşlarına tapıyorum ve insanlara da o V (sağ-sol) ve P (aşağı-yukarı) tuşlarından takmak istiyorum.

Beğenmediklerimi zaplayıp, bas bas bağıranlar için de sol V'yi köklerdim o vakit. Sonra da arkamı dönüp güzel güzel uyurdum, fena fikir değil bence..

4 Ağustos 2011 Perşembe

yüksek kule.

Polis akademisi izlerdik biz kardeşimle küçükken. Takılberi, Haythavır ve Mahoni idiler o insanlar bizim için. Haythavır'ın insana güven veren, yolda kalsam Haythavır yüzde yüz gelir ve beni aileme teslim eder dedirten bir havası vardı. İsminiyse bildiğim hiçbir İngilizce kelimeye oturtamazdım. Haythower fln mı acaba? derdim. Yıllar sonra bugün öğrendim. Üzdün beni Hightower.

Ben daha Barış Manço'yla 7'den 77'ye programına asla katılamayacağım fikrine bile alışamamıştım oysa ki. Oraya katılıp Barış Manço'dan şarkı söylemeyenlere hep sinirlenirdim, "ben gidince hepsini ezbere söylicem ve Barış Manço en çok onu sevdiğimi anlıcak, başka şarkıcıların şarkısı söylenmez orda ayıp, üzülüyodur ama belli etmiyodur bence!" derdim.

Garip hisler içerisindeyim sanırım.

*P.S: Bütün bunların üzerine, Teoman da müziği bırakıyormuş çünkü ergenliğe girmiş. Kapıyı çarpıp yazı yazmış. Ok kib bye Teoman.

31 Temmuz 2011 Pazar

tatlı hayat

Çok severek, tam paramı bozduracak kadar heves ederek (tam parayı 4te biri kadar hesap ödeyemeyeceksem bozdurmam arkadaşım) aldığım yeni ojemin, tırnağa sürünce sedefli ve ne renk olduğu belli olmayan babaanne ojesi çıkması hiç hoş olmadı. Yastayım. Allahtan onunla beraber evde bin tane olan renkte bir oje daha almıştım da biraz teselli bulabiliyorum. Neyse.

Dışarda sabahlamak güzel bişey, "çay 20 dk geç geldi, yine aynı parayı mı ödicez?" diye garsona soran arkadaşımın kafası ayrı güzel bişey. O kafayı öpüyorum burdan. Canım benim. Belli bir saatten sonra o gün hiç alkol tüketilmediği halde kafaların bi dünya olması, şu an 6. biradayım sanırım demenin tadı hele bambaşka. Zira 24 saat uyumayınca belli bir nokta geliyor ve her yarım saatte bir 50'lik içmiş gibi oluyorsunuz. İşte şuursuzluk orda doruk noktaya ulaşıyor ve "fgöhaghkjnh" efektiyle gülmek hayattaki en kaçınılmaz şey olabiliyor.

Darlanan, endişe eden, gülen, rencide olan, giydiren, kaybolan, uzaktan da sevilen, sahiplenmeci bir avuç kişi. Tanıyıp güvendiğim, hep yuvarlak masamın etrafında yer alanlar.

O yüzden diyorum ki, sedefli ojemin kapağını iyice kapatıp sandığa kaldırayım en iyisi. Çünkü 40 sene sonra aynı insanlarla aynı yerde bir akşam üzeri, hafif kırışık ellerime o ojeyi sürmek isteyeceğimden eminim ben..

20 Haziran 2011 Pazartesi

pötibör sempatik, petit beurre ne kadar da nazik.

Sıkıldım. Biraz kiraz yedim, sonra saçımı topladım, masamın üstündeki ojelere baktım. "Tırnaklarını boyamak" eylemi ne kadar da Teoman şarkılarındaki kızların eylemi diye düşündüm. Halbuki bir "oje sürdüm" öyle değil. Tırnağını boyayan kız melankolik ve kısa saçlıyken, oje süren kız upuzun saçlı ve neşeli gibi.

Bu iki fiil kafamın içini saçmasapan çağrışımlarla doldurdu gece gece. Yarın erken kalkıcam ve çok pis film izleyesim var.

"Kısacık kestirip saçlarını, içtin ilk sigaranı" versus "Kavga etmez sever beni, Romeo Romeo Romeo".

Skins&Cassie versus Skins&Michelle.

Mesela.

*Versus'un Türkçe karşılığını şu an hatırlayamıyorum. Street Fighter'dan hatırlamaya çalışıp yine hatırlayamıyorum.

**Street Fighter'da hep Bianca'yı seçerdim. Bu da böyle bir anım.

***Bence Türkiye'de günlük hayatında 'Misafir' yerine 'Konuk' diyen tek bir kişi var, o da İpek Ongun.


İyi geceler.

31 Mayıs 2011 Salı

referans: giulia y los tellarini - barcelona

'Bazen bi an, çok sevinmiyo musun? Yerleri, halıları falan kucaklamak gelmiyo mu içinden? Oturup alakasızca can erik yiyip yatak örtüsüne bakarken, ulan hayat da iyi ha! demiyo musun? Bak hiçbi sebep yok, hatta yorgunsun ne biliyim tokadan bi tutam saç saçını fazla çekiyo vs ama yine de içinde sanki yarın denize giricekmişsin de sonra tembel tembel yatıcakmışsın şezlongta gibi bi his oluşmuyo mu? Havuçlu güneş kremi kokusunu bildin mi, ufak bi poşedin içinde durur, her yerine kum bulaşmıştır şişesinin ama kokusu o kadar güzeldir ki, yazı anlatır. Lacivert ne güzel renk bu arada di mi?'

"Filmlerimde müzik kullanmam ben, karşıyım! O duyguyu 15 dakika boyunca sallanan bir yaprağı çekerek daha iyi aktarabilirim" diyen yönetmenlere selam olsun, şunları aktarıverin lütfen.

29 Mayıs 2011 Pazar

nedir bu bridget jones kafası mı, ne?

Bir yanım 22 yaşında ve bilinçli, mutlu, sorumluluk sahibi; öbür yanım 22 yaşında ve mutsuz, göğüs kafesinde ağrı sahibi. Mutluyum çünkü sevgilime baktıkça en yakın denize doğru koşmak istiyorum, penti reklamındaymışım gibi dantelli çoraplı bacaklarımı aşağı doğru sallandırmak, çilekli pasta gibi bişeyler alıp onu ellerimle beslemek istiyorum. Tam tarif edemedim ama bu tip şeyler uyanıyor içimde. Özellikle de her türlü hastalığın bi dilim ekmek yiyerek çözüleceğine dair inancı bende sevgi taşmasına sebep oluyor. Daha az önce ciğerlerim ağrıyor bence dedim, bi dilim ekmek mi yesen? dedi. Hey allahım ben kimi sevebilirim ki şimdi ondan başka?

Ayrıca tekrardan yine mutluyum, çünkü işimi de seviyorum. Bazen gözlerimde yorgunluktan ışık çakmaları oluşsa da hiçbir sabah off gene mi diyerek uyanmadım daha. Birşeyler öğreniyorum, yeni ve ayrıca da gerçekten hümanist kişilerle tanışıyorum, gelişiyorum şaka maka? diyorum. Tek dert, ofis şıklığı denilen şeyin sabahları sinir stres yaratması, yoksa herşey beklediğimden çok daha süper sanırım.


Ama bi yandan da yalnızlık resmen yollarıma pusu kurmuş beklemekte, acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette durumum var. Bazı şeylere çok alınıyorum, bazı şeyleri çok fazla omzumdan sarkıyormuş gibi hissediyorum. Sinirlenip bağırıyorum, sonra sakinleşip ağlıyorum. Tabi kesin hiçbirşey benim zannettiğim gibi değildir, içten içe öyle olsa da, kesin değildir, o cevabı çok iyi biliyorum. Kaçmak çözüm değil ama güzel uyuşturuyor, ona hiç şüphe yok bence.


Neyse ki haftaiçi iş, haftasonu aşk güzel vakit geçirtiyor, yeni rutiniminse bazı yanları can yakarken, bazı yanları da tadından yenmez halde.

29 Nisan 2011 Cuma

ağırlık.

İçim öyle sıkkın ki. Değilmiş gibi davranmak da bir yere kadar fayda ediyor. Düzelmeyen havalarla birlikte hala giymek zorunda kaldığımız kalın hırkalardan, montlardan ruhumda da var sanki. Çıkarsam şunları, ruhumun altına bir şort, üstüne de bir askılı geçiriversem rahat edeceğim.

Neden buradayız, ne yapıyoruz, nereye varacağız bilemiyorum.

Öte yandan sevgilim dünyanın en iyi, en tatlı insanı galiba. Yardımsever, düşünceli, destekçi. Arada canım sıkıldığında, birşeyleri kafamdan savuşturmak istediğimde onu böyle çimenlerin üzerinde ağır çekim yürürken hayal edesim geliyor. Güneşin çoktan açmış olduğu bir boyutta olsak, hep akşamüzeri serinliğinde kalsa hava ve biz onunla sadece el ele tutuşup yürüsek. Hayat hep o anlardan oluşan bir döngüden ibaret kalsa, bittikçe tekrar başlasa ve biz etrafımızdaki hiçbir şeyin kaybolmayacağının bilincinde olarak uzun uzun yürüyebilsek.

Bu aralar hep bunu istiyorum.

14 Nisan 2011 Perşembe

seviyorsan git konuş bence?

İnsan morali bozukken ya da sadece nedensizce depresif hissediyorken yazdığı, söylediği şeylerden sorumlu tutulmamalı bence. İçimizdeki odasının kapısını çarparak ortamı terkeden ergen tam da bu zamanlarda ortaya çıkıyor zira. Örneğin ben, hiç bir zaman moralimin bozulmasına sebebiyet veren kişiye açılamıyorum. Karşımdaki davranışlarıyla, beden diliyle vs engelliyor beni bilmeden. Benimle o sırada konuşmak istemediğini anlayıp istediğim gibi doğrudan konuya giremiyorum. Hele ki erkeklerin asla anlamayacağı imalarda bulunmaya çalışıyorum, konuşmak istiyorsun değil mi sorusunu alabilmek için. Çünkü dırdır eden olmak istemiyorum ben hiç. Bir ısrardan, iki dırdır edenden nefret ederim. Ama sessizliği "ya ben bişeye kırıldım" diyerek bozan olmak da istemiyorum. Çünkü "dırdır" bir insan olsaydı, facebook'ta onu "kırıldım" olarak etiketleyebilirdik. Bu böyle, eminim. (Not: Erkekler kırılmaz, darlanır) Adım mesela atıyorum süleyman'mış gibi "bana bak, geçen şey dedin ya ben ona çok darlandım kafam bozuldu haberin olsun. bi daha tekrarlanmasın hacı" demek de olmuyor. Elimde french oje var, nereye bozuluyo kafam. Bize bahşedilen şey -adı batsın dicem artık- kırılmak. Dolayısıyla ne yapacağımı bilemiyorum, afedersiniz ama sıçtık diyorum kendi kendime.

Uzun uzun bakmalar, bi türlü ağzımı açıp bi kelime çıkaramamalar, neden suratsız olduğumu saklamalar, neşeli gibi histerik histerik gülmeler falan. Bildiğin Bihter Ziyagil yani. Temsili Behlül'se hep kaçar pozisyonda olduğundan işler zor gibi görünüyor. Bihter ki hiçbir şeyi içinde tutamayan, herşeyi açık açık anlatmak isteyen tezcanlı şahsiyet. Tak diye zamanlı zamansız konuşası var bence.

Yani. Ben öyle anladım.

7 Nisan 2011 Perşembe

aferin abi.

Lanet olsun sanaa ey zalim felek! derlerken ne demek istediklerini anladım ben bugün. Zalim bile değil, zalım. I'yla. Daha etkili. Elimi neye atsam, hani üfleyince beyaz tüycükleri uçan bi bitki var ya, onun gibi hop dağılıveriyor anasını satayım. Biri çıkıp "şans benim göbek adımdır bebeğims" diyor, ben burada nasibimi bile alamıyorum kendisinden yana.

Bu birkaç gündür yağan yağmurlar da benim yüzümden sanırım. Kusura bakmayın artık. Sevinmiştim havanın açmasına, ondan oldu diye tahmin ediyorum. Zira başrol oyuncusunun ayağı kayıp düşünce arkadan kahkaha efekti verilen dandik sit-com'lara benzedi iyice hayatım. Dümdüz yolda nerede bir muz kabuğu var, gidip mutlaka ona basıyorum da ben.

*P.S. her cümlenin sonunda hani bağlaç gibi kullandığımız ve iki harfle kısaltılan bi küfür var ya. heh. ondan olucak.

31 Mart 2011 Perşembe

sıkı can iyidir. ben demiyorum onlar diyo.

* Az önce yüzümü arkasında 'bilahare yüzünüzü bi tülbentle yahut pamukla silersiniz' yazan bir temizleme sütüyle temizledim. Bilahare diyor, tülbent diyor. Adeta kafası rahat. Şimdi çay demledim, sen onu bilaaağre halledersin kanka gel otur dizi başlıyo diyor. Ben böyle yüz temizleme ürününe güvenirim arkadaş, adamın bir bildiği var bence. (Gayet de etkili, ipek gibi yanaklarınız oluyor, bak gerçekten.)

* Lise hazırlık dönemim 'vuuuaaaadi geeöl buluşalııım eski köprünün altındaa' şarkısıyla geçti desem. (Bkz. uykudan esniyormuş gibi şarkı söylemek)

* Bazı mağazalardaki ışıklandırmalar. Zalımsınız. Bizi adeta survivor'dan yeni gelmiş gibi, az sonra 1 tl isteyecek faik gibi göstermek hiç hoş değil. Kınıyorum.

* Damak tadı denilen şey ilginç (merhaba hayatı yeni keşfediyorum). Yani mesela marketteki bazı bisküviler sanki boşuna orada duruyormuş gibi geliyor bana. Sultani veya Burçak falan. İki elim tatlı komasında olsa yemem, o neymiş. Ama çok bayılarak yiyen de yakınlarım var. Markete girelim de ben bi sultani alıcam falan diyorlar. İşte, ilginç.

* Dizi arayışındayım. Takip ettiğim tüm diziler üç ayda bir yayınlandıklarından bana nice uykusuz geceler vaat edecek yeni bir diziye ihtiyacım var. Dün 3 bölüm United States of Tara izledim, eh dedim. İzlediğim kadarına bakarak pek de karar veremedim sarar mı sarmaz mı ama, gideri var gibi geldi. Bir de adını fazlaca duymaya başladığım Misfits'in ilk iki bölümünü indirdim, daha izlemeye fırsatım olmadı, bakacağım. Bir de Community varmış, Modern Family gibi güzel diyollar. Hayat çok zor, diziler falan. Önerilerinize açığım.

* Dizi demişken söylemeden geçemeyeceğim. Glee'de hep Brittany, Modern Family'de hep Manny, Skins'te de hep Cassie'li sahneler olsun, ben hiç bıkmam. Aynı hevesli suratla eheara meheara diye diye izlerim. Seviyorum.

* Son olarak Merlin'deki Camelot kalesini aynı zamanda Sihirli Annem'de Dudu'nun evi olarak da görmüştük. İzleyenler bilir.

24 Mart 2011 Perşembe

endişe, heyecan, kuşku ve korku. bir otobüs güncesi.

Ne zaman otobüse binsem aynı şey oluyor.

Önce insanların inince boşalttığı yerlerden birine oturmak için insanüstü bir çaba harcıyorum. Adeta nereden bir tehlike gelecek korkusuyla yaşayan ve tansiyonu devamlı 25'te olan bir güvercin gibi kafamı ani hareketlerle oynatıp duruyorum. Neresi boşalacak, rakiplerim kimler, atak davranmalıyım vs klişeleri. Hayatımın A ve B noktaları arası hep uzun mesafeler olduğundan da mutlaka birileri kalkıyor, diyelim ki şansım yaver gidiyor ve cam kenarında oturan kadının/adamın yanına konuşlanıyorum. Bir müddet gidiyoruz gayet güzel ama bir an geliyor ki mutlaka bana çok yakınlarda iki koltuk daha boşalıyor. Bu müsait hale gelen bir cam kenarından başka birşey değil. O zaman işte benim karnıma cidden sancı giriyor. Rüya gibi. Meğer gözüm yükseklerdeymiş. Lanet olsun o cam kenarına oturmayı çok istiyorum dostum ama kalkıp yerimi değiştirmek de sanki yanında oturduğum insana ayıp olacakmış gibi geliyor. Hadi onu geçtim, kesin bana sinirlenecek, yanıma gelip "Naptım ben sana? Bacağımı bile senin alanına kaydırmadım rahat rahat otur diye! Ama belli ki rahatsız etmişiz hanfendiyi! Yalnız bu otobüsün inişi de var onu hatırlatiyim dikkat et kendine..." diyecekmiş gibi geliyor. O dakikadan sonra adamın bana kin beslediğinden o kadar emin oluyorum ki. Keyfime düşkün biri olduğumdan kalkıp yerimi değiştiriyorum evet ama yüzüme "Aslında çok iyi bir insansınız, bunu farketmemek mümkün değil. Fakat işte cam kenarı falan. Daha iyi bir fırsat çıkmasaydı inanın kalkmazdım. Şartlar bana bunu gerektirdi. İnince arkamdan gelip beni öldürmeyin lütfen..." gibi bir ifade takınmaya çalışıyorum. O an cam kenarı kaybetmektense insan kaybetmeyi tercih etmiş biri olarak ne dinlediğim müzikten bir tat alabiliyorum, ne de cillop gibi cam kenarını bulunca çektiğim klipten. Tadım tuzum kalmıyor, can güvenliğim yok. Aza tamah etmedim, ayıp ettim ve bunun bedelini artık bana nasıl ödetecekler belli bile değil..

Çok zor ve kafamın içine hapsolmuş bir hayatım var, bilmiyorum oradan anlaşılıyor mu?

14 Mart 2011 Pazartesi

D&R'ıma dokunmayın olum! (tabi bloguma da.)

Altunizade'de, eve dönüş yolumun üzerinde bi tane D&R var. Tam metrobüse giden üst geçit merdivenlerinin arkasında. Dışarıdan baya büyük ve heybetli gözüküyor, ne zaman yürüyerek veya otobüsle falan karşısından geçsem dönüp bakmak ihtiyacı hissediyorum. Şöyle ki hemen hemen haftada dört beş kere yakınından geçtiğim bu D&R'ın içine girmişliğim, kitaplara bakmışlığım, 4.99'luk dvd'leri karıştırmışlığım yok hiç. Hatta benimle birlikte sanki kimse oraya girmiyor, oradan alışveriş yapmıyormuş gibi hissediyorum. Bu yüzden de -neden bilmiyorum ama- bu heybetli D&R kapanacak diye, günün birinde ordan geçerken yerinde çekilmiş bi dişin bıraktığı boşluk gibi koca bir boşluk görücem diye çok korkuyorum ben. Gerçekten bak, ödüm kopuyor. Bi mağazaya neden bu kadar anlam yükledim bilmiyorum ama, orayı her gördüğümde "Oha kitaplar var orda şu an. Birsürü güzel albüm, izlemek istediğim filmlerin dvd'leri var. Dergiler fln duruyo bi köşede. OLUM NE KADAR GÜZEL Bİ YER ORASI LAN!!" diye içten haykırıyorum kendi kendime. Eve giderken mutluluk sebebi oluyor orası bana. Güzel şeyler getiriyor aklıma. O yüzden sürekli kontrol ediyorum, bu kimsenin alışveriş etmediği D&R'ı ben. Baya avutuyorum falan içimden. "Kimse gelmese de ben bir gün gelicem, birsürü 4.99'luk dvd alcam, kitap, uykusuz fln alıcam biliyosun di mi? Hadi ya üzülme hadi hadi" fln diyorum resmen. Kapansın ve yerine "BİLİMSEL MÜHENDİSLİK SÜPERSONİK ŞANTİYELİ ŞEYLER!" gibi bir yer açılsın, enerjim oradan her geçtiğimde sömürülsün istemiyorum.

Evet, orda bir D&R var uzakta. O D&R benim D&R'ımdır lan! Gitmesem de görmesem de, dergi reyonu kitapların yanında mı karşısında mı bilmesem de.. O D&R benim D&R'ımdır..

26 Şubat 2011 Cumartesi

anlık.

Bazen "seviyorum ulan!!" diye kendi etrafımda döne döne bağırasım geliyo, sonra o anlık coşkum geçince cümlem yalnız kalıp çipil çipil etrafına bakınmasın diye susuyorum. Başka bi sebepten değil.

Çünkü şairane duygular gelir, hiçbir yere sığdırılamaz pat diye ortaya dökülür, bi müddet ulvi takılınır. Sonra yerdeki halı falan görülür ve dünyamıza hoşgeldin.

25 Şubat 2011 Cuma

şüphesiz ki, ilkokuldan beri entelektüel insanlarız

Yıllar sonra rastlanılan tarz değiştirmiş insan. Bakmalara doyamadığım. İnsanın yüzü aynıyken tipi bu kadar değişiyo ya, hep çok şaşırıyorum. Asi bir metalciyken saçını yandan tarayan bir iş adamına, salaş bir hippiyken marka tutkunu bir tikiye, kendi halinde kravatını takıp servise fln binen bir insanken aniden "iflah olmaz bir serseri"ye dönüşüyosun ya. Sürekli de karşıma çıkıyosun farklı farklı formlarda. Değişim bana göre iyi de olsa kötü de olsa, görüşmediğimiz yıllar boyunca ne yaşadın, o kadar merak ediyorum ki ben seni.

Kesin ben de ne haldeydim, ne hale geldim. Kendi olunca anlayamıyo tabi insan, değişimin ilk ve son haline zınk diye tanık olmuyosun ve hep bu kafadaydın, milim değişmedi zevklerin gibi geliyo.

Mesela orta 1de falan boynuma kenar süsü şeklinde plastik bi halka geçirip "dövme ki bu? boynuma, koluma ve yüzük parmağıma aynı dövmeden yaptırdım, akşamları çıkarıp uyuyorum, sabah yine dövmemi takıp işime bakıyorum" diye gezmek ya da lise hazırlıkta sıranın üzerine oturup "zaaaaaambiiiğee zambieee hi hii hiiiiiieeyyaaa" demek.. hep size hazırladığım, seneler sonra "bu kız ne biçimdi laağn dimi ehehe" diyin diye düşünerek planladığım küçük şakalardı. Umarım muvaffak olmuşumdur. Hep şakaydı onlar olum.

14 Şubat 2011 Pazartesi

bir erkeğin çaresizlik dolu, acı dolu dakikaları. tamamen gerçek, hepimiz biliyoruz.

Bugün erkek olmadığıma şükrettim.

Zaman akşamüzeri 7-8 civarları, mekan caddebostan'da lig tv'si olan ve işte "çıtır tavuk sepeti" veya "biranın en sıkı dostu" vs. adlı yiyeceklerin servis edildiği bi yer. Bildiniz öyle yerleri. Duvarlarında hep amerikan filmi oyuncularının veya futbolcuların karikatürize edilmiş koca dudaklı fotoğrafları olur hani. Neyse. Sevgili kişisiyle karşılıklı oturuyoruz, ben "bu oyuncu orta açma özürlü bence" diyorum, o da -söylediğimde haklı bile olsam- "ne anlarsın futboldan sen narinşey?" bakışıyla bıyık altından bana gülüyor. Öyle takılıyoruz. Aşağı yukarı herkes de böyle takılıyor zaten. Hemen önümüzdeki masada oturan çift ise ilişkilerinin muhakemesini, o gürültülü, sigara dumanlı, "ibrahim torameeaan" yankılı ortamda yapmaya and içmişler. Daha doğrusu kız içmiş. Çocuğunsa içtiği tek şey bira. Başka bişeyden de haberi yok.

Kız o kadar seri bi şekilde ve yüksek sesle konuşuyor ki, sevgilim de bi müddet sonra kulak kesilip onları dinlemeye başlıyor benim gibi. Hatta yanlışlıkla kibarlık edip dinlemesek, kız masamıza gelip omuzlarımızdan sarsarak "dinlememek!!!"le suçlayabilir bizi. O derece bi iddia, o derece bi hırs söz konusu ortamda. Konuşma ilerliyor, dişi kişi konuştukça er kişi yüzüne bakıyor, dişi kişi sordukça er kişi cevap vermiyor. Çocuk "derdin ne ya maç izliyoz iki dakka!" diye bağırsa, kız daha da arttıracak iddiasını ama bi türlü alamıyor istediği tepkiyi. Sonra baktı tüm çabalarına rağmen alamayacak gibi, başlıyor küfür hitaplı edebi cümleler kurmaya. "Sen bana zaten bi gün bile değer vermedin, hep yadsıdığım şeyleri kanıksadın. Hayvanherif! Yaşanmışlıklarımızı gözyaşlarımla ıslatmama bile kızdın be sen! Bu hikayedeki başrol hep benim sessiz haykırışlarımdı fakat sen! Bir kere bile dönüp dokunmadın yüreğime! Gerizekalı!" İnanın kız edebiyatla argoyu o kadar güzel harmanlıyordu ki ben taklit bile edemedim şu anda. Zavallı çocukta tek bir tepki yok. Yüz ifadesinde değişiklik bile yok. Çocukcağızın kızı ağır çekimde ağzını oynatırken hayal ettiğini düşünüyorum veya acaba çizgi film kahramanı gibi aslında uyuyo da gözkapaklarının üstüne göz mü çizdi diyorum. Ben muhtemel olasılıkları düşünüp eğlenirken adamdan hala ses yok. Ben tabi arada "Bak demek ki çocuk şöyle yapmış, kız da diyo ki niye onu öyle yaptın diyo. Hıhı. Evet bak dinle. Öyle dedi. Dedim ben ama kesin şöyle oldu yani.." şeklinde yorumlar yapıyorum sevgilime. Sevgilimdeyse ses yok.

Aradan bi müddet süre geçiyor, kız vurucu son cümleyi de söylüyor ve bir hışımla montunu eline alıp sokağa fırlıyor, hızlı hızlı yürümeye başlıyor. Klasik son. Bu arada çocuk kızın kalktığını farketmemiş bile olabilir. Yavaş hareketlerle birasını yudumluyor, çıkan kamburunu iyice pörtletiyor. Hatta "nerdeyse bi anda göz altı torbası oluştu lan adamda" diye düşünüyorum. Yorulmuş. Maça iki dk göz atıyor sonra hesabı isteyip o da kalkıyor. Sevdiceğinin aksine yavaş adımlarla sigara içerek ilerliyor. Ben de artık tüm ilişkiye vakıf bi insan olarak sevgilime dönüyorum. Sevgilim derin bir nefes alıp veriyor, "bilmiyorum da kızın söylediklerinden tek kelime anlamadım ben, çok hızlı konuştu dimi? ne dedi hiç şey yapamadım. Çok fazla cümle vardı orda yaa." diyor. O anda o kadar seviyorum ki onu. O kadar olur. Noldu burda demin, izlediğimizi anladık mı? diye sorsam yarime, bir birinci sınıf öğrencisi gibi "ben bugün dırdır gördüm." cümlesini yazacak defterine, belli.

İçim sevgi ve şefkat doluyor. Onlara iyi davranalım, tüm suç bizde.

5 Şubat 2011 Cumartesi

zor bu işler.

İletişim çağı derken telefon, bilgisayar vs.'nin varlığı kastediliyor sadece değil mi? Söylemek istediğinizi karşı tarafa bu kanallarla iletebilme garantisini kesinlikle değil. Halbuki ben bilgisayarın gözümü acıtan ışığıyla veya telefonun ses alıcısıyla değil, etten kemikten bir insanla konuşmaya ihtiyaç duyuyorum. Canım sıkıldığında sessizlikten fazlasını istiyorum. Dilimi söylemekten aşındıran, blog açtırtan, sosyal ağlarda durum güncellettiren, sözlükte sabahlattıran derdim aslında tek birşeyden ibaret; yerlerini tutacak insan arayışım.

2 Şubat 2011 Çarşamba

"waka waka" ikilemesini son derece nahoş buluyorum.

- Dışarıda "THE ANNE!" olarak dolaşan annelerin evde pembe, üzerinde vak vak yazan ve "ördeklerin göl sefası" temalı pijamalarla gezmesi en sevdiğim şey olabilir.

- Önceden delicesine ihtiyaç duyulan ama artık işlevselliğini yitirmeye yüz tutan şey "müzik seti". Altında kasetlerini dizdiğin camlı bölüm, üstünde ne işe yaradığı bilinmeyen ve çok teknik gözüken bazı korkunç düğmeler barındıran ana bölüm, yanda da iki hoparlör. Odamda duruyorlar şu an karşımda. Önünde çömelip kaset aradığım günleri özledim biraz. Fakat çok az.

- İçine hiçbir zaman birşeyler yazmaya kıyılamamış ajandalar yığınıyla yaşıyorum. Biliyorum ki benim gibi yazamayanlar, yazabilenlerden çok daha kalabalık. Bomboş olduklarından atılamıyorlar da. Bazen annem aralarından bir tanesini gözüne kestirip yemek tarifi yazma defteri yapıyor ve ben ∞ - 1 belirsizliğindeki ajandalarımla yaşamaya devam ediyorum.

- Deneyimlerim bana der ki; abur cubur kategorisindeki yiyecekleri bir anda yığmayacaksın eve. Değersizleşiyorlar. Mutfağın çeşit yokluğu bakımından yankı yaptığı günlerde, bayatlıktan ekmek gibi olmuş çubuk krakerin verdiği hazzı, 8 farklı çikolatanın bulunduğu evde alamazsın dost.

- Rüyasında kurtadamların saldırdığı şark köşeli metrodan kurtulduktan sonra, "Transilvanya'ya hoşgeldiniz" tabelasını görüp korkuyla uyanan arkadaşım var. Ben birbiriyle bağlı olayların olduğu rüyalar görüyorum diyor. Bense seviyorum onu.

- Son olarak, elektriklerin geldiğini televizyonun açma-kapama düğmesindeki minik kırmızı ışığa bakarak anlamayı severim. Sonra gider televizyonun fişini çekerim. Aramızdaki ilişki budur.

28 Ocak 2011 Cuma

biliyorum, kimse burçlara inanmaz...

Mutluluk patlaması dediğimiz şey çok ilginç. Az önce yaşadım mesela ben bi tane. Hiçbirşey yokken ortada, ayağımı uzatmış durgun bi şekilde karşı duvardaki çatlakları incelerken aniden herşeyi yapabilirmişim gibi hissettim. 1 saniye önce duygusuz ve düşüncesizken, aklımdan geçen tek şey "duvar" iken, 1 saniye sonra şu hayatta muktedir olmadığım birşey yok bence demeye başladım. Öyle dostlar, ikizler burcuyum ben, duygular arası yatay geçiş benden sorulur, içinde muktedir kelimesi geçen cümleler bile kurarım kendimi iyi hissediyorsam.

Muhtelemen bi yarım saat daha devam edecek bu mutluluk patlamam. Kendimi, ayaklarımı yakıp kor etmeyen topuklu ayakkabıların üzerinde, asla kaçmayan ince siyah çoraplarımla ve sağlam adımlarla bir ortama girerken vs hayal ediyorum. Asla kekelemeden, durup bir saniye bile düşünmeden fransızca konuşuyorum tabi bu sırada karşımdakilerle. Normal normal "a-hah moi aussi, monsieur!" şeklinde cevap veriyorum, anlamından zerrrrre şüphe duymadığım bazı sorulara. Tavşan kanı demli çayımı kafama dike dike içmek yerine, lattemden minik yudumlar alıyorum. Sonra biri küçük bir espri yapıyor, kahkahalarla yere düşüp üç saat gülmek yerine gizemli bi şekilde gülümsüyorum falan...

Sebepsizce ve anlık gelen mutluluk gibisi yok di mi? Ağız yakmayan, iç ferahlatan naneli sakızların havuzuna düşmüş gibi oldum bikaç dakikalığına. Duvardaki çatlağa tekrar gözüm takılıp aniden en başa dönene kadar herşey çok iyi gidiyordu bence.

Dediğim gibi, lanet olası ikizler, artistliğini seviyim senin.

27 Ocak 2011 Perşembe

bazı şeyler imkansızdır.

Uykunuz varsa;
-oje süreyim bari demeyin.
-hürriyet fotoğraf galerisine bulaşmayın.
-dur bakiyim xx dizisinin altyazısı gelmiş mi? şeklinde düşüncelere kapılmayın.
-youtube'dan can çekişe çekişe video izlemeyin.
-yiğit özgür veya umut sarıkaya'nın çizilmiş bütün karikatürlerine gülmeye çalışmayın.
-ekşisözlüğü açmayın.
-insanların facebook duvarlarına "napıyon? ehe.kib.bye." temalı yazılar yazmayın.
-facebook'ta yapılmış bütün albümlere bakmayı görev edinmeyin.
-torrentten asla izlemeyeceğiniz şeyleri indirmek için uğraşmayın.
-yarın ne giyicem yeaa diye düşünmeyin.
-çoktaaan uyumuş olan sevgilinize olmadık mesajlar atmayın.
-plants&zombies oynamayın.
-kendi kendinize fotoğraf çekmeyin.
-birazdan duşa giricem galiba diye kendinizi kandırmayın.
-saçmasapan blog yazıları yazmayın.

fanları sanki deniz kenarındaymışsınız da rüzgar esiyormuş gibi ses çıkarmaya başlayan lanet olası bilgisayarınızı kapayın. uykunuzu ise sadece sabahlara ve buna müteakip öğlenlere layık görmeyin, onunla mücadele etmeyin, geceleri de uyuyun.

bu tavsiyelerime uyun.

21 Ocak 2011 Cuma

oyalama beni, veda et artık.

Adrenalin tutkusu olan bi insan değilim. Hatta otellerdeki sizi havuza şofffuur diye atıveren kaydıraklardan bile korkarım, tepelerine kadar çıkıp geri dönmüşlüğüm veya hiç çıkmayıp "hıhı siz kayın ben azcık şurda takılıcam galiba" diyip ayaklarımı havuzun kenarında sanki bi işim varmış gibi ıslatmışlığım çoktur. Hayatı uçlarda yaşayana o havuzun kenarından bakar, "naber, uçlar nasıl, sırtına güneş yağı süreyim mi?" derim. Bu mealdeki heyecan benim huzurumu kaçırır yani.

Dolayısıyla hayatımla ilgili uzun vadeli planlar yapmaktan, gelecekte ne olacağımı bilerek yaşamaktan neden bunca çekiniyorum ben de bilemiyorum. En fazla yarını, hadi çok çok iki gün sonramı planlamaya tahammülüm var. Biri çıkıp "iki hafta sonra şunu yapıcaz, gelsenize" diyince belli etmesem de afakanlar basıyo bana içten içe. Planın biri tarafından hiç açık kalmayacak şekilde gerçekleştirildiğini bileyim fakat zamanı gelinceye kadar benim haberim olmasın, bi gün önce detaylardan haberdar olayım istiyorum. En azından gönlümden geçen bu.

Mesela yaz tatillerini de hep bi hafta kala ayarlamak isterim, kıştan düşünmeye başlayınca huzursuz olurum. Hayalimden çok, hayalimin karşısına çıkabilecek engellere kanalize olurum. Kalacağım yeri ayarlayayım, biletimi alayım, hop bi hafta sonra karşıma bi sıkıntı çıkmaya bile vakit kalmadan şezlongta uzanıp dergimi okuyayım isterim.

Tüm bunların bi uzantısı olarak da gelecek hakkında düşünemiyorum şu an. Karşıma çok istediğim, bana katkı sağlayabilecek bi fırsat çıksa bile gözlerimi kapayıp, dişlerimi sıkıp elimden kayıp gitmesini beklemek geliyor içimden. Gerçekleşince de gözlerimi aralıyorum, dişlerimi gevşetiyorum ve artık benim yapabileceğim bişey kalmadı, olay benden çıktı diyip rahatlıyorum, umarsızca bi film açıp izlemeye başlıyorum.

Çok beklediğim bi telefon gelince, açmaya korkuyorum.

Deli gibi işe yaramak isteyip, bu noktada ne yapmam gerek, hangi adımı atmak lazım diye düşünmeye çekiniyorum. Gerçekleşmezlerse üzülürüm diyorum, o yüzden düşünmeyi erteleyip, oyalanıyorum, oyalandığımı itiraf etmediğim için de içim rahat sanki bi yandan.

Aslında ileride ne var görmek için yapmam gereken tek şey, kendi kendimin önünden çekilmek, biliyorum.

19 Ocak 2011 Çarşamba

joey tribbiani'yi öyle görünce.. bir damla yaş düştü, çok ağlamadım.

Şu fani dünyada yılların joey'si Matt leBlanc da yaşlandıysa. Onun da saçlarına ak düştüyse ve yaşlılık gıdısı oluştuysa çenesinde.. Diyecek söz, yakılacak ağıt tükenmiş demektir dostlarım. Bir müddet sonra kaşları da çığırından çıkmaya başlar, lüle lüle semaya doğru yükselirler. ve o gün geldiğinde.. işte biz tam da o gün geldiğinde tükeneceğiz.

Courtney Cox-Arquette de Arquette değil artık. Tüm ekibin soyadının sonuna Arquette ekledikleri bölümü izlediğim günü daha dün gibi hatırlarım. Tabu'da hırs yapıp sevgilisine "karşı takım onlar dediiööm yardım etmeaeööööğ!!" bağıran kızla (bkz.ben) özdeşleşen monica'nın gözlerinin etrafındaki çizgiler daha belli olmuyordu. Bütün o çizgiler ne zaman oldu, kime neye ağlarken, bilemiyorum.

Matthew Perry ile ilgili gördüğüm son resimde ise alnı minik bir tırmıkla düzeltilmiş gibi yol yoldu. David Schwimmer'ın artık hep hafif terlemiş gibi görünmesi de cabası.

Oldu olacak Jennifer Aniston da saçlarını erkek traşı yaptırsın kısacık, şurada düşüp bayılayım.

Değişikliğe gelemem ben. Herkes ilk nasıl sevdiysem öyle kalıcak, o kadar! Açıp ilk bölümden friends izlettirmeyin bana! Ki bu dediğimi yapmam demek, yatakta jelibon yiyerek ışıksız ortamda kendi kendime kahkaha atmam, sonuç olarak da diziye tekrardan çok bağlanıp sosyal ilişkilerimden tekrar kopmam demektir.

Friends detoksu için tüm bu yukarıda saydığım isimlerin yardımlarına ihtiyacım var.

Söyleyin onlara, yaşlanmasınlar lan!