27 Aralık 2010 Pazartesi

mavi-yeşilsiz kızlar balosu.

Merhaba dümdüz karınlı, çırpı bacaklı kızlar. Napıyosunuz? Kesin sımsıkı kapadığınız hafif lipstickli dudaklarınızla hiçbişey yemiyosunuzdur şuan. Bense konuşmadığı zamanlarda bişeyler çiğnediği için günboyu meşgul olan ağzımla sizin gibi olmak istiyorum. Mükemmel tatlılar, çikolata şelaleleri, kremalı kahve nehirleri, makarna dağları tüketirken, mağazadaki satış danışmanına "bunun bi beden daha küçüğü yok mu?" demek istiyorum. Kıskanıyorum olum sizi. Anlayın. Nasıl bi irade ki o sizdeki? Arkadaşlarla biyere gidildiğinde garsona "ben bişey almıcam, sadece su lütfen" diyebilmek hangi meditasyonun sonucunda varılan noktadır? Ben mesela tıkabasa dolu olsam bile ne alırdınız sorusuna hiçbir zaman karşı çıkamıyorum. Ruhsal doyuma karnım doymadan asla ulaşamıyorum. Hem ayrıca farketmedim sanmayın, soğukta da üşümüyosunuz siz kesinlikle. Benim hırka üstüne kazak, kazak üstüne yelek, yelek üstüne çorap falan giyip dolaştığım günlerde omzunuza attığınız incecik şalınız tiril tiril trençkotunuzla ne kadar da şıksınız. Göz kaleminiz hiç akmıyo, rujunuz da hiç uçmuyo ayrıca, evden çıktığınız anki kadar tazesiniz her zaman. Kredi kartınızın limiti de artı sonsuzdaymış diye duydum.

Sevgili dümdüz karınlı, pantolonları ne bol ne dar - tam da üstüne oturan kızlar. Nerden geldiysen oraya gidin canlarım. Unutmayın ki kendiyle barışık kızların gazabı büyük olur.

26 Aralık 2010 Pazar

hiç yoktan

Belli bi nokta geliyor ve naparsan yap yanlış oluyorsun ya. Her hareketin terslenilmeye müsait hale geliyor, seni kimse alttan almıyor, hep doğru davranışı sergilemeliymişsin gibi düşünülüyor, yapamadığın anda yanlış yaptığın anda hemen gözler sana çevriliyor, hata yapabileceğin, alınabileceğin kabullenilmiyor, senin görmezden geldiklerinin sende altı çiziliyor ya. İşte o zaman ben üzülüyorum. Sevgili, arkadaşlar, aile. Hepsi sevilmeye değerler, biraz da sana öyle hissettirseler durduk yere bile olsa, fazladan bile olsa.

24 Aralık 2010 Cuma

daha iyi olmaz mıydı?*

Eğer yapılabilseydi herkes hayatının fonuna müzik alabilmek isterdi bence. Ama Ferdi Tayfur, ama Beatles. Ne farkeder ki. Duyguları müzikten daha iyi anlatabilecek, ifade edebilecek ikinci bir kavram daha bilmiyorum ben kendi adıma.

Üstelik kızmak, neşelenmek, üzülmek gibi köşeli-kenarlı olanlarından bahsetmiyorum, bunların içiçe geçmesinden, sinirlenince ağlamak istemekten, sevinince içten içe endişe duymaktan bahsediyorum.

Mesela;
Elimizde sinematografik olarak kırmızısı vurgulanmış şemsiyemizle sokakta yürüsek, her adımımıza güzel bir ses eşlik etse görünmeyen bir yerden, tam o sırada uzun zamandır biraraya gelinemeyen biriyle karşılaşıp sarılsak. Müzik hiç bitmese.

Hollywood klişesi diyip geçmeyin, kabul edin, kesinlikle daha iyi, daha çekilir bi dünya olurdu.

22 Aralık 2010 Çarşamba

yılbaşı yazısı yazmıcam mı sandınız? yanıldınız dostlarım, çok yanıldınız..

Resmen bitti olum koskoca sene. Gene heryerde yeni yıl kararları olsun, 2010'da neler yaşandı?! olsun(bkz. micheal jacksonun ölümü, referandum, alikaptanın çocukları evden atması vs.), 2010'un in'leri-out'ları olsun, aynı haberler yapılıp durucak. Severim gerçi ben onları okumayı. Oha bisürü şey olmuş bu sene, hiçbirinden de haberim yoktu, allahtan şuna denk geldim de sene bitmeden cahilliğimden az da olsa kurtuldum derim. Sene boyunca sadece torrentle ilişik kurup, senenin sonunda toptan halletmeyi tercih ediyorum, derli toplu oluyo tabi, evet mini-çakallık.

Hayatımda da hiçbişey değişmedi mezun olmak haricinde bu sene. Aynı şeye tersten bakarsak, mezun olunca da hayatımda pek bişey değişmedi. Daha az metrobüs, daha az akbil kullanımı, daha çok pijama, daha çok uyku. Başka da bişey yok. He bi de her sene büyüyoruz gerçekten dimi. Lise 2'ye geçince hemen lise 1'de çok aptaldım, neyse ki bu sene çok olgunlaştım dersin ya, aynı şey geçerli bence hala. Ömür boyu da geçerli olucak. 68'ine gelince 67 yaşındaki arkadaşına "şimdi böyle düşünüyosun tabi ama.." deme ihtimalin var.

Özel hayat dersek, seviyorum. 21'den 22'ye değişmedi, 67'den 68'e de değişmez. Bence. Umarız ki.

Öte yandan bi müddet heryere 14 Ocak 2010 yazıcaz unutup, sonra ehe yanlış yazdım dicez.

31 Aralık'ta tam da hiç komik olmadığı için çok komik olan seneye görüşürüz'ler yapılıcak. Hani nasıl da dalga geçtim o klişeyle der gibi.

Sene 2011 olucak ve hala içinde "gel kıpır kıpır, içim fıkır fıkır, işler de tıkır tıkır, çubuk kraker yedim kıtır kıtır" sözleri geçen şarkılar bestelenicek. (bu ilk iki dize gerçekten var da gerisini uydurdum. Adı berktuğ veya tankut olan biri uydurmadan ben uydurayım dedim.)

Öte yandan 2007'den devreden kararlarımı 2011'de de uygulayamıcam sanırım. İçimde bi umut var tabi.

Bi de çok alakasız olucak ama şimdi kayahanın bi klibi çıktı televizyonda, baya gençmiş, çok dinlemesem de kayahan uzun süre buralarda olsun isterim. Dipnot.

Anlaşıldığı üzere, çok büyük değişimler beklemiyorum ben yeni yıldan. Aralık'tan Ocak'a geçtik alt tarafı. Tabi bu o gece 12'de deli gibi zıplayarak 2011 OLEY demiceğim, 2010'u kötüleyip, 2011'e methiyeler düzmeyeceğim anlamına gelmez. Heryer yeşil-kırmızı oluyor, toffee-nut latte çıkıyor, yıldönümümüz yaklaşıyor, istiklalde yürümek herzamankinden daha zevkli hale geliyor vs.

Baya hoş bişey.

10 Aralık 2010 Cuma

kar yağsın istiyorum - ama görüntüde.

Hava soğukmuş diye duydum. Yarım saat içinde hazırlanıp karşıya geçmek, fransızca kursumdan önce, alıp da evde okumaya fırsat bulamadığım kitabımı okuyup bi bardak kahve içmek gibi planlarım var. Ama tırsıyorum. Çok soğuğu ve çok acıyı hiç sevmem, anlam veremem. Ağzım yanar, kemiklerim titrer, benden artı puan alamazlar.

Şimdi bu yazıyı bitirip dışarı çıkıcam. Mutlaka ki havaya göre ince giyinmiş olucam (bütün kıyafetlerim zibidi gibi açıkçası), soğukta yürürken kamburum çıkıcak, bu yüzden akşam sırtım ağrıcak, otobüsüm gözümün önünden geçip gittiği için ikincisini beklicem vs.

Halbuki sabah kalktığımda ne kadar mutluydum. Çocukken hava güzel olduğunda çıkan bulutların, hava soğuyunca ufalanıp kar tanesi olduğunu düşündüğüm aklıma gelmişti, kendi çocukluğuma naber len? diyip, yanağından hayali makas almıştım.

Oldu mu şimdi hiç?

29 Kasım 2010 Pazartesi

mesajlı gibi yazım da tamamdır.

Bazen tanımadığım veya çok az tanıdığım bi insana karşı tuhaf bir antipati beslediğim oluyor. İtiraf etmek gerekir. Herkeste birazcık vardır bundan diye tahmin ediyorum, adına da belki önyargı denebilir. O kız/o çocuk çok garip bence ve bu iyi anlamda değil diyorum. Hiç bi zaman muhabbetimiz gelişme veya değişme imkanı bulamadığı için de öyle gelen, öyle gidiyor. Hiçbi zaman o insan gerçekten garip mi, yoksa dünyanın en mükemmel kişilerinden biri mi bilemiyorum. Çoğunlukla iyi düşünesim tutuyor, bu sefer de yeterli veriyi sağlayamıyorum, iyi düşüncelerimi besleyemiyorum vs. Geçen bununla ilgili düşünürken bianda yüzüm aydınlandı, dedim ki, hangi tanımadığım veya az tanıdığıma antipatik geliyorum acaba? O iyi değil, bu çok ukelaağ galiba derken, kendi için de aynı şeylerin denmesi ihtimalini hiç düşünmüyo insan resmen. Yani düşünüyodur da ben kimseye kötülük yapmam, gayet de pozitifimdir, niye bana sinir olsunlar ki diyodur kendi kendine. Çok korkunç.

Ben mesela yaşıyorum bu durumu (bianda neden şeffaflaşmak istedim bilmiyorum). Beni tanıyan seviyodur az çok, tanımayan da hakkımda bişey düşünmez bence derken, bikaç kere soğuk görünüyosun dışarıdan diyen olmuştu. Cidden üzülmüştüm, sürekli bişeyler yapıp ne kadar sıcakkanlı olduğuma inandırmak istemiştim karşımdakileri. Muhtemelen de bu sefer "kendini herkes sevsin istiyo o kız" olmuşumdur.

Çok ilginç bişey sevilmek istemek. Senin garip buldukların, seni de garip bulduğu anda aynaya bakmadan üzülüp "ben öyle diildim ki"yi göstermeye çalışırsın. Oturup da olaya baktığında, o kişinin garipliğinin muhtemelen senin yansıman olduğunu yeni farkedersin.

Evet, üç beyazdan da önce önyargı çıksın hayatımızdan.

(Ha bi de, ben kimseye kötülük yapmam, gayet de pozitifimdir, bence beni seversiniz gibime geldi.)

28 Kasım 2010 Pazar

hayalkırıklığına düşkırıklığı diyene "merhaba gönül adamı" derim. ama konumuzla bi ilgisi yok.

Milyonlarca duygu çeşitlemesinin içinden en kötüsü hayal kırıklığı olabilir. Yakın zamanda büyük bi hayal kırıklığı yaşamadım ama yer eder, içine saklanır insanın, öyle sinsi bişey. Mesela telefonuna sürekli alışveriş yaptığın, sevdiğin bi mağazadan mesaj gelir İNDİRİM, YÜZDE 80LERE VARAN, KAPIŞIN, KARAMBOL, BU YAPTIĞIMIZ RESMEN ÇILGINLIK! falan diye, mesajı açarsın mutlaka orda yazan şey "*500 tl ve üzeri alışveriş yapana" dır. Noldu? 0.03 saniye içerisinde kafanda beliren bütün planlar suya. Aynı şey cep telefonu tarifelerinde de geçerli tabi, 10 dakkası 1 kuruşa konuşacağını sanıyosun ama öncelikle hattına 30lira yüklemen gerekiyor vs. Sonra sinemada fragmanları izlerken bi aksiyon filminin heyecanına veya bi romantik komedinin romansına kapılıyosun, günbegün tırnak kemiriyosun gelsin diye, gelince de sevgiliyi ikna edip koşa koşa gidiyosun. Aksiyon filmi sezerciğin erol taştan annesini kurtartığı filmden, romans da birbirlerine sırt çevirip yürüyen çiftin aniden dönerek tutkuyla sarılmaları klişesinden hallice çıkıyo (ıssız adam evet, baya bi hayal kırıklığıydı benim için. aşk acısı desen çektim, nostaljik şarkılar desen bayılırım ama o film benim içimdeki duygusala ulaşamadı, üzgünüm).

Çok sevdiğim biriyle ters düşmek, sevgilimle bian için anlaşamamak vs değil bende hayal kırıklığı yaratan. Çünkü konuşurum anlaşırım, hallederim o tip olayları gibime geliyo. Ama lütfen söyleyin, mükemmel gözüken bi pastanın tadı deterjanlı sünger gibiyse veya çok hoş olduğunu düşündüğüm biri ağzını açtığı ilk anda "şarZım bittii ay çok tiSkindiiim felaan kuşumm" diyorsa, ben ne yapabilirim ki bu konuda?

11 Kasım 2010 Perşembe

merhaba, bence u.s. tipi mutsuzluklar şunlardır, bkz:

- Çabasızca güzel görünmeyi başaran insanlar. Şu hayatta da hiç kimseye gıcık olmadım onlara olduğum kadar. Hatta şöyle ki, benim güzelleşebilmek için verdiğim uğraşı onlar çirkinleşebilmek için verseler yine olmaz, prenses gibi gezerler ortalıkta. Akan makyaj yakışır, kirli saç kendini belli etmez, hiçbir kıyafet kötü durmaz. Buradan kendilerine bi ülke bulmalarını ve o ülkede bütün çabasız güzellerle birlikte bakımlı yaşlı olana kadar yaşayıp bizi rahatsız etmemelerini tavsiye ediyorum.

- Dar montun içine giyilen kalın kazak. Düşmanımın başına böyle dert gelsin istemem. İnsanlıkla olan derdi ne ki o ikilinin? Naparsan yap, kazağın kolunu ne kadar tutarsan tut giyerken, yine de montun içinde kolunun yukarısında kalacaktır, orada bi kabartı yaratıp gününü zehredecektir. Sonra bütün gün temel reisin pazıları gibi kalın ve şişkin kollarınla gez dur. Gezmekten tiksindirir adamı.

- Diş macununun sıkılarak çıkartılabilinen son deminin lavaboya düşmesi. Vücudunun tüm gücünü baş ve işaret parmağında toplayabilmek için türlü metodlar dene, konsantre ol, dişmacunu tüpünün üzerinde "bi kağıt 8den fazla katlanmaz olum, naparsan yap olmuyo" tezini çürüt, bütün kanını parmak uçlarında toplarcasına sık, sonra koskoca bi topak ellerinin arasından kayıp düşsün. Metrobüste kokunun sebebini ne sanıyodunuz ki siz? Acı dolu insanlar var orda.

- Sabaha karşı tuvalete kalktıktan sonra yatağa dönerken "ohoo saat daha kaç kimbilir, alarm çalana kadar temiz 1-2 saat daha uyurum" diye neşeyle yatağa doğru sekip, tam bacağını yorganın üstüne atmazdan evvel acı bir gerçek sonucu tam kalkacağın vaktin geldiğini görmek. O yastıkla yorganın içinde ukde kalması. İşte adaleti sorgulamak isteyeceğin anlar-no:1.

- Şişenin dibindeki az su. İçmeden önceki susuzluğun bile bu yarım kalmışlığın yanında daha iyiydi.

- Saçını mükemmel bi şekilde toplayıp ne güzel yaptım ehe ehe diye aynaya bakarken, aradan bi telin fazlaca çekilmiş olması ve saçını bozdurtmadan sana günyüzü göstermeyeceğine and içmesi. Sinsi. Hemcinslerim anlar ne demek istediğimi.

- Akşam topluca dışarı çıkarken senin güzelce hazırlanman, süslenmen, saçına başına ekstra özen gösterip normalden daha şık bişeyler giymen ve akabinde gideceğiniz yerde vardığında herkesin kot&düz tişörtle gelmiş olduğunu görmen. Aralarında fazla hevesli ve tezcanlı bi çiçek gibi ışıl ışıl parlaman. Herkesin inat gibi etrafında 'amaan spordan çıkıp geldim kanka nasılsa bizbizeyiz' demesi sırasında, elinle gizli gizli dudağındaki ruju çıkarmaya çalışman. Bi dahakinde tedbirli davranıp üstüne günlük bişeyler geçirmen ve gideceğiniz yere vardığında bu sefer herkesin bi kate moss, bi siena miller, bi heidi klum olması. ULAN! demen.


Kız haklı beyler, dağılalım.

1 Kasım 2010 Pazartesi

yabanilikle yalnız olmak istemeyi karıştırmayalım beyler

Kabul etmek gerek, yalnız başına takılmaktan köşe bucak kaçan, mutlaka yanına eşlik edecek birini arayan, bulamazsa depresifleşen türden bi insan değilim. İkinci bi insanın varlığına ihtiyaç duymadan gitmek istediğim yere gidebilirim, izlemek istediğim filme tek kişilik bilet alabilirim, alışveriş yaparken başkasının fikrini almak istediğim çok azdır hatta istiklaldeysem yalnız dolaşmayı özellikle severim. Hava güzelse, kulaklıklarım kulağımdaysa, ayakkabım vurmuyorsa hiçbir problem yoktur benim için. Rahatsız sessizlikler yaşayarak dolaşacağım bi insandansa, oh derim tek başımayım, istediğim yerde istediğim kadar vakit geçiririm, istersem aynı kazağa bakmak için aynı dükkana 6 kez girer çıkarım, girdiğim kitapçıdaki her dvdyi, her kitabı tek tek ellerim, kafa rahatlığı gibisi yok dimi şekerim diye de eklerim.

Yalnızlık bazen gerçekten de rahatlatıyor, ona da ihtiyaç duyulabiliyor, buna yüzde yüz eminim ben. Her ne kadar dinlediğim, gördüğüm herşeyi sonra sevgilimle tekrar yapmak istesem de, onunla paylaşmadan aldığım keyfin yarım kaldığını düşünsem de, arada sırada yalnızlık iyidir, korkunç sıfatıyla tanımlanmadığında sevecen bile olabilir, evet.

Bi kafenin cam kenarı koltuğuna oturuyorum, milliyet sanat alıyorum, meyveli tartla sütlü kahve söylüyorum, 2-3 saat geçiriyorum, sıkılınca kimsenin kahvesinin bitmesini beklemiyorum.
Kendimle takılıyorum işte. Seviyorum onu. İyi bi kız bence, aynı şeylerden hoşlanıyoruz falan, anlaşıyoruz biz aramızda.

28 Ekim 2010 Perşembe

gel de bi çorba yap bana.

Yazdan -daha doğrusu bahardan- kalma bi haftadan sonra İstanbul'a ilk yağmur damlasının tekrar düşmesiyle sezonun grip kapısını araladım. Gözlerim sulanır, başımın üzerinde her ani hareketimle birlikte küçük sarı kuşlar döner, burnum dışardaki kestanenin kokusunu almaz oldu. Mandalina yiyip dizleri yer yapmış eşofmanımla dizi izlemenin vakti gelmiştir diye düşünerek bikaç gündür evden çıkmıyorum. Üç gündür yaşadığım adrenalin dolu dakikalar neymiş diye göz attığımızda mutfağa gidip dolabı açmak, içine uzun uzun bakmak, Dexter veya ne biliyim Weeds inmiş mi diye torrenti kontrol etmek, inmelerine çok az bi süre kalmışsa torrent penceresini açarak biraz da oraya uzun uzun bakmak, mandalinanın beyaz ipli kısımlarını soymaya üşenip öylece yemek gibi heyecanlara gebe olaylar var. Hayatım iyice çılgınlaştı görüldüğü üzere.
Öte yandan aksaçlı nineler kadar da huzurluyum. Geçen sezondan beri gitmek istediğim Profesyonel'e bilet bulabildim bu ay erken davranıp. Kraliçe Lear'a da aldım. Pazar günü de gidip Macbeth'e alıcaz. İçimde saklanan ninenin romatizmaları bu yağmurda azmamış olsa kalkıp göbek atıcak, sevinçten biletlerini sallaya sallaya. Gerçi şöyle de bi durum var ki, ninenin koynunda biriktirdiği paralar suyunu çekmek üzere yine-yeniden. Keşke haftasonu tarz bi nine olmaya karar verip aylardır dizginlediği o alışveriş kapısını açmasaydı ve o gömleğe o kadar para vermeseydi. Ama hep çok ihtiyacı vardı ve hep giyicek zaten onu dimi?

Az önce televizyona bakarken rastladığım bi yarışmada yarışan bi çocuk "Muzaffer İzgü diye birini hiç duymadım" dedi. Üzüldüm nedense. Duymamış olabilir tabi belki ama ben küçükken çok severdim çocuklar için yazdığı kitaplarını. O çocuk da okusaymış keşke diye düşündüm. Grip olmamın da verdiği duygusallıkla üzülmeye devam ettim bi müddet. Sonra geçti.

Son olarak sürekli bu kış son yüzyılın en soğuk kışı olcakmış, hele sen yandın, o incecik montlarınla kesin donarak ölceksin diyip durmanızdan çok rahatsızım(annem). Valla tırsıyorum. Üşümekten deli gibi, o dramatik ifadeyle dönüp kameraya bakan sincap gibi korkuyorum. Zaten hapşırmak isteyip hapşıramamanın verdiği sıkıntı var üstümde, bi de siz baskı yaratmayın. Atkı, eldiven falan takarım, üşümem. Benim de bazı planlarım var gördüğünüz gibi.

21 Ekim 2010 Perşembe

bu yazının konusu: kelebekler kuşlar gökkuşağı teletubbies

Bi arkadaşımın facebooktan yolladığı iki şarkıyla yüzümde bi gülümseme belirdi. Mutlu olmak kolay aslında diye düşünüyorum şu dakika. Bak işte, bu şarkılar neymiş acaba diye açtım, ilk notayı duyup tanıdım, iki dakika önce sırtım ağrıyo diye yüzümü buruştururken şimdi ayağımla tempo tutuyorum. Üstelik ekseriyetle (evet, ne sandın ekseriyetle) yolunda gitmeyen hayatıma rağmen - Hep olmadık zamanlarda paramın bitmesine, hep ahmak ıslatanla ıslanmama, hep ışıklarda beklerken önümden otobüsümün geçmesine, geç kaldığımda hep tıkabasa trafik olmasına, bu aralar her yere geç kalmama, hep, hep, hep'e rağmen.- Daha büyük, ortamı gericek, bikaç dakika boyunca nahoş sessizlikler oluşturucak problemlerim de var aslında, senin başında kavak yelleri esiyomuş kızım, bunlar da dert mi denmesin.

Öyle veya böyle, yoksayabiliyorum canımı sıkan şeyleri çoğu zaman, boşver onu şimdi, gel sinemaya gidelim senle diyebiliyorum. Demek ki boyumu aşmamışlar daha, başedebiliyorum çoğunlukla. Çok bunalırsam açıyorum lise dönemimi hatırlatan bi şarkıyı veya filmi, fil hafızamın hayali düğmesini çevirerek balığa ayarlıyorum ve mandalina yiyorum. Başa çıkamıyosan, yoksay taktiği yani. Holivud'un en sevdiği esprilerden olan
-3'e kadar sayıcam ve sana hatırlattığım bütün dertlerini unutucaksın.
-Pardon, hangi dertler? diyaloğunun hayata geçirilmişi.

Zaten şu modum devam ederse ve biraz daha zorlarsam kendimi, pozitif düşünceye biraz daha abanırsam, iclal aydınınkiler gibi iki derin gamze bile fırtlatabilirim yanaklarımdan. Tabi bi de üç saat uğraşıp her yerini bantladığım posterime uzaktan bakınca iflah olmaz derecede yamuk olduğunu farketmeseydim.. Tadımdan yenmezdim, söyliyim.

13 Ekim 2010 Çarşamba

istanbul seni kaybetmiş , ilaçlayıp berbat etmiş.

Sakin bi insanımdır ben. Sinirlensem de sadece çok yakınımdaki insanlar farkederler çoğu zaman, neye kızdığımı o anda belli edemem, bi şekilde geçiştiririm veya konuyu kapatırım -sakinleştiğimde tek seferliğine ve yeniden açmak üzere. Zor gelir kendi içimdeki öfkeyi bastırmaya çalışırken bir başkasına durumumu açıklamaya çalışmak. Susup kendimi ifade edebilecek hale gelmeyi beklerim.

Bugün öyle olmadı. İstanbulda yaşayan her dişi gibi sokakta yürürken arkamdan bişeyler söylenmesine, yanıma kibarca yaklaşan anketörlerin sonradan kabalaşmasına, yanımdan geçerken pis pis sırıtılmasına ben de alışığım. Buna alışığım demek bile kötü evet ama yıllarca maruz kala kala duymamayı aldırmamayı öğreniyo insan. Şimdi keyfimi kaçırmiyim diyip takıyosun kulaklıklarını ve en kötü ihtimalle bikaç dakika içinde unutmuş oluyosun. Bazen de bugün bana olduğu gibi zaten moralsiz olduğun bi ana denk geliyo bu insanlar. Karşıya geçmek için ışık beklerken yanında durup, arkadaşına seninle ilgili ne düşünüyosa -sana da duyurmaya özen göstererek- açık açık söyleyebiliyo. Bunu bu ülkenin bi vatandaşı olarak kendine verilmiş haklardan biri olarak gördüğünden çok rahat. Dönüp yüzüne baktığın anda hiç tanımadığı, adını, nasıl yaşadığını bilmediği sana karşı daha da çirkinleşmeye hazır. Çünkü senin giydiğin bi tişört, tayt veya etek, pardon bişey sorabilirmiyim dediğinde vermiş olduğun özür dilerim vaktim yok cevabı, yanındaki arkadaşınla gülerek bişeyler konuşman, kısacası onun kendi yaşamında eve kapattığı, dışarı çıkmasına, yüksek sesle konuşmasına izin vermediği kardeşine, eşine, kız arkadaşına yasakladığı her davranışın seni onun gözünde direkt "hafif" konumuna getirebiliyo. E madem ben tanımadığım bu insanın hafif olduğu kanısına 4 saniye içinde vardım, o zaman neden sözlerimle veya bakışlarımla rahatsız etmeyeyim diye düşünüyo. Kafasının çalışma yapısı bu kadar net, basit ve köşeli. O sırada kullandığı kelimelerin kendisini, karşısındaki insandan çok daha fazla alçalttığının farkına varabilecek bi sağduyuya maalesef ki sahip değil.

Bunun eğitimle, görgüyle ilgili bi mesele olmasını dilerdim gerçekten de. O zaman o insanlar için üzülür, benim yaşadığım konumda yaşayamaması, benim sahip olduğum kafa yapısına sahip olamaması onun suçu değil derdim. Doğduğu andan itibaren başka şekilde yetiştirilseydi, başka okullara gitseydi, başka insanlarla arkadaşlık etseydi belki bugün aynı insan olmazdı diye düşünürdüm. İstenildiğinde belki değiştirilebilir bi durum olduğuna inanırdım. Ne yazık ki böyle değil, öğrenmiş oldum. Karakter bilgi, görgü ve yetiştirilme tarzından tamamen bağımsız olarak şekillenmese de yine de her zaman çok etkili olmadığını tecrübeyle sabitledim. Öğreniyoruz.

(P.S. Aslında bloga bu tip yazılar yazmak ve okumak çok eğlenceli değil biliyorum ama bugünlük böyle olsun.)

8 Ekim 2010 Cuma

mat mat - türk türk- sos- resim - rehberlik.

İnsan çok küçük şeylerle hayal kırıklığına uğrayabiliyo galiba. Mesela bugün sabahın köründe taksime giderken yağmurun sözlük anlamından uzaklaşıp başka bişeye dönüşmesi benim için hayal kırıklığıydı. İlk kez sabah 9da dinç demeye yakın bi şekilde uyanmıştım, en sevdiğim tişörtümü giymiştim, saçlarımı sevmiştim, gidip güzel bi film izlicektim tek başıma, sonra da yine tek başıma bütün gün istiklalde vakit geçirecektim. Bütün kitapçılara tek tek girip saatler harcıcaktım, yanımdakinin beli ağrıdı diye düşünmeden. Topshopa gidip beğendiğim ama nedense bi ev fiyatına sattıkları için indirimden önce alamayacağım kazağa bakıcaktım. Sıkılırsam akşam 5te peradaki filme de gidecektim. Oturup çay içerken dergi okucaktım. Hayallerim vardı lan! Onun yerine film biter bitmez sırılsıklam olmuş ayaklarım, dar kotun altında ıslanıp kuruyayazdığı için içten içten kaşınmaya başlayan bacaklarım, yoldaki su birikintisinde sörf yapan taksicinin ıslattığı sol kolum -ki en nefret ettiğim şey tek elimin, tek kolumun, tek bacağımın ıslak olmasıdır. Öbürünü de ıslatmadan rahat edemem.- bi de tabi ki uçları ıslak dipleri kuru modeliyle tarz yaratmaktan uzak saçlarım vardı. Son 15 gündür beni şaşırtarak bozulmayan telefonum beni şaşırtmaktan bianda vazgeçerek ebediyete kadar kapandı vs.

Aslında bu yazıya başlarken aklımda bambaşka bi hayal kırıklığı örneği vardı biliyomusun. Nerden nereye gelmişim yine. Herkesin mutlaka bikaç kere yaşadığını düşündüğüm bişey. Hani ilkokulda okullar açılmadan alışveriş yaparsın, bi de aldığın şeylerin yanında iki tane de ders programı çizelgesi verirler, biri çok çok güzel olur, öbürü lc waikiki maymunlu falan olur, çirkindir. Okulun ilk haftası ders programı açıklanır, biri çıkar tahtaya yazar, sen de eve gelince o çok güzel olan ders programı çizelgesine geçirirsin, renkli kalemle özene bezene yazarsın, duvarına panona falan asarsın. Ayrıca o ders programında beden eğitimi hep cuma son iki saattir, herşey mükemmeldir, hayatın yolundadır, işler tıkırındadır. Peki ardından nolur? İki gün sonra mutlaka ama mutlaka o ders programı değişir. Güzel çizelgenin ömrü iki gün sürmüşken, maymunun sarı eşofman giyip ağaçtan muz topladığı çizelge sene boyu duvarında kalır.

Üstelik beden eğitimi pazartesi sabahı, ilk iki derstir.

4 Ekim 2010 Pazartesi

çat burda, çat kapı arkasında

- Bulaşık makinesini doldururken çok stres oluyorum. Bardakların ve diğer küçük tabaksıların konduğu üst kat, her zaman mı alt kattan daha önce dolmak zorunda acaba? Tamamen dolmadan çalıştırmamak gibi bi huyum da var. Alt kat bitene kadar biriken bardaklarla lego gibi oynuyorum, elimde yıkamaya üşenip dur şu şuraya sığarmı, dur bu buraya girer bence diye diye saçlarım dökülücek. İkisi de aynı anda dolsun artık lütfen, çok stresliyim.

- Ben ve arkadaşlarım alors on danse şarkısının introsunu çok hüzünlü buluyoruz. Sanki hayat çok boktan ama boşver mutlu olmaya çalışalım biz der gibi.

- Hafif balık etli, gürbüz yanaklı ve mutlu tembellik yıllarca sıska, sinirli ve muhtemelen bi gözü seğiren çalışkanlığın yanında küçümsendi. Halbuki çalışkanlık hiç bi zaman tembellik kadar istikrarlı olamadı, olamaz. Çok çalışkandır o! cümlesiyle anılan ve hatta anlamsız derecede sorumluluk sahibi insanlar bile "dur çok yorgunum bugün, dışarda boş boş geziyim, işe/okula gitmiyim uyuyim" diyebilir ama hiç bi tembelden "ay dur enerjiğim, azcık ders çalışiyim, boş günümde işe gidip faydalı oliyim" cümlelerini duyamazsınız. Asıl istikrar sahibi insanlar tembellerdir. Güzel filmler izleyip, arkadaşlarıyla buluşurlarken boşverdikleri iş gücün verdiği vicdan azabını kamufle etmekte üstlerine yoktur. Kafalarının içindeki doğrucu davutu ikna etmede nice avukattan, nice tezgahtardan daha üstündürler. Bu yüzden insan ilişkileri de daha kuvvetli olur tembellerin. Toplum içerisinde en çok kabul görmesi gereken bu naif ve arkadaş canlısı insanlara hakettikleri değeri vermek gerektiğini düşünüyorum.

- Geçen hafta gördüğüm deri ceket. Bi şekilde gel benim ol, sözlerim ol gecelerim kalsın gündüzlerim ol. Ya da ateşini yolla bana bebek.

- Arkadaşlarımla birlikte oturup sıkılırken ortamı neşelendirmek için sadece hakan peker demem genelde yeterli oluyo ya, çok zahmetsiz ve çok muhteşem buluyorum bu durumu.

- "Ortadoğu ve balkanların en..." ve "İnsanoğlu yıllardır..." kalıplarıyla başlayan yazılardan hayır geldiğini daha hiç görmedim.

- Eskiden eti puf reklamlarındaki "eti pufum, tatlı aşkım, benim yumuşak tatlım" diye şarkı söyleyen kıza benzemeyi çok istiyodum.

- Kulebeye gelmiş.

Hürmetler efendim. Anlattım yae!

23 Eylül 2010 Perşembe

üzüntüden kafamın küçüldüğünü hissettiğim anlar serisi - no:1

Karşısındakine bişey sorup cevabın ilk 1.5 dakikasını dinledikten sonra mütemadiyen küçük küçük kaçamaklar halinde yandaki televizyona, kafeye giren kıza/erkeğe vs. bakan insan! Neden bunu yapıyosun? Hepsini çok sevmekle beraber hayatımda o kadar çok bu insandan var ki ve maruz kaldığım olay o kadar hayat sevinci tıkayıcı ki. Tamam, bana bişey sordun neydi o olay anlatsana dedin hatta ısrar ettin anlat anlat die, ben de peki tamam dedim işte şey oldu diye anlatmaya koyuldum. Önce ilgiyle gözlerimin içine baktın, kafanı salladın, hıhım dedin. Sonra gözün televizyondaki diziye takıldı bi saniyeliğine, geri bana döndün ve orda kabus dolu anlar başladı. Periyodik olarak 6 saniye bana, 1 saniye televizyona bakmaya başladın, sonra bu durum 1 saniye bana bakıp anlamsızca kafa sallamaya ve 6 saniye ilgi ve ihtirasla televizyona bakmaya dönüştü. Tam dur susuyim diye içimden geçirdiğim anda kafanı bana döndürdün anlatmayı kesemedim, tam hikayeme tekrar kanalize oldum televizyona bakmaya yandın. Ben orda kabir azabı çekiyorum tabi farkında diilsin, acaba sussam mı, şuan resmen karşımdakinin sağ kulağına ve sağ yanağına hevesle bişey anlatıyorum, mimik ve jestlerimle ilgisini mi çeksem yoksa eeh dinlemiceksen ben gidiyorum diyip trip mi atsam diye diye iç dünyamda savaş veriyorum. En sonunda neyse işte öyle. diyip durunca da, aa noldu anlatıyodun ben dinliyorum seni devam et diyosun, hooop sebepsizce hareket eden taraf ben oluyorum. Ortamın "iki dakka reklama bakmak için şeyetmiştim, ayy bu da ne alıngan kız"ı oluyorum. Sonra bi daha bişey anlatamıyorum, özgüvenimi yitiriyorum, allak bullak oluyorum. Hayalimde boynunu koturt! efektiyle çevirip gözlerini gözlerime sabitliyorum. Göz temasının sürekliliğini sağlayamadıkça küçülüyorum, sesim inceliyo ve anlattığım şeyi saçma bulmaya başlıyorum. Baktığın dizinin başrol oyuncusundan nefret ettiğimi farkediyorum.
Lütfen bana bu acı dolu, içsel hesaplaşma dolu, uçurum kenarı anları yaşatma. Biliyosun sinirlenince ben, daha çok konuşuyorum.

21 Eylül 2010 Salı

pazartesiydi, sendromsuzduk.

11buçukta kalktım. Telefonda "evden ne zaman çıkıyosun se?" şeklinde mesajlar vardı, ben yataktaydım. Yalana hacet yok diyerekten hepsine yeni uyandım siz buluşun diye mesaj attım. Hiçbiri buluşmadı, sen çık öyle buluşuruz dediler. Sevgilime de çok enerjik uyanmışım gibi hissettiren bi günaydın mesajı attım. Kaşlarım çatık bi şekilde saati 12.06'ya kurdum. 12.06'da tekrar uyandığımda bu ne ya hiç uyumadım ki diyerek arkamı döndüm. 15 dakika kadar daha uyudum, sonra telefonuma sürekli mesaj gelişiyle sims karakterleri gibi homurdanıp dövünerek dizlerime vura vura kalktım. BULUŞUN yazdım, buluşmadılar. Kalktım duşa girdim, duşa girerken elimi dışarda tutup bi mesaj daha attım. Duş aldım, alırken de içimden ayşegül aldinç'in al beni götür gittiğin yere..istersen vur yerden yerlere..ne olur al beni..şarkısını söyledim. Ayşegül aldinç de 90larda o bütün ünlülerin oynadığı kliplerden çekmişti galiba diye düşündüm, sonra o emel sayınmıydı yoksa dedim. Duştan çıktım, ben duştayken gelen iki mesajı daha cevapladım. Bir klasik olan ne giyiceğimi bilememe sendromunu bi kez daha yaşadım. Sevgilimle bi haftadır görüşmemiştik ama ben 1 sene olmuş gibi hissettiğimden güzel olmalıyım, gözlerini benden alamasın ya! şeklinde saplantılara saplanmıştım. Bişeyler giydim, güzel olmadı. Öf diyip banyoya gittim, saçımı başımı kuruttum yaptım ettim, saçım yağmurda ıslanıp kurumuşum gibi oldu, rimel kalem falan sürdüm. Döndüm üstümü değiştim, ağzıma bi parça ekmek atıp çıktım. Otobüs durağına kadar gidip geri döndüm, üstümü çıkarıp ilk giydiğim şeyi giydim, çıktım otobüse bindim. Tabiki de her zamanki gibi ne tarafa güneşin vurduğunu hesaplayamadım, bronzlaşırken müzik dinleyerek karşıya geçtim. Arkadaşlarımdan 3ü buluşmuş beni bekliyolardı, onları görünce sebepsizce çok sevindim sanki görmeyi beklemiyomuşum gibi, tesadüfen karşılamışız gibi mutlu oldum. 2 gün önce gördüğüme en çok sarıldım, naber abi dedim. Sonra 3 arkadaşım daha geldi koklaştık, yemek yedik. Antrikotlu yoğurtlu sigara böreği gibi bişeydi, mükemmeldi. Bize yemekleri getiren kadın kızılderiliydi sanki görünüş olarak, ice tea diye bişeyi de hiç duymamıştı o ays falan bişe dediniz ya ondan yok burda dedi. Ordan kalkınca fransızca kursuna gittik, birinci kura tekrar kayıt oldum, unutmuşumdur herşeyi diyerek. Öz de oldu. Çıkıp tramvay die bi yere oturduk, masaya sinirli bi garson geldi, 3 çizkek 3 latte 1 su dedim, nedense o 3 kişinin tercihinden memnun olmadı, daha da sinirlendi. Baya ağır trip attı bize, çizkek neli olsun dedi yüzü beş karış. Ben de ona trip attım, anlamadı. Garson gitti, sevgilimle taygun geldi. Sevgilimi görünce çok utandım, yüzüne bakamadım ilk kez görüyomuşum gibi oldu, elini falan sıktım nerdeyse meraba efendim nasılsınız diyerek. Çok yakışıklıydı galiba. Herkes ona aşık olsa bu anlaşılır bi durum olur bence diye düşündüm. Geldi yanıma oturdu, yaaeaea şuan çok utanıyorum senden, ilk kez görüyomuş gibiyim elimi kolumu nereye koycağımı bilemiyorum dedim. Galiba o sırada fazladan 72 kolum, 6 kafam, 5431 parmağım vardı. Sarıldık. Sonra 8-9 kişi birden bağıra bağıra konuşmaya ve çok sesli bi şekilde topluca gülmeye başladık, zaten ortam gürültülüydü, biz çok kişiydik. Ama başım ağrımadı bu gürültüden, sevdim ordaki bütün sesleri, teker teker sevdim. Ordan kalktık, başka yere gittik, bira fıçılarının nasıl soğutulduğuyla ilgili iddialar dolaştı ortalıkta, garsonu çağırıp sorduk. 3 saat şarap menüsüne baktıktan sonra herkes ben bi soda aliyim dedi. Garson giderken üzüldük, bi saniye bi saniye sodalar iptal, siz bize şarap getirin dedik. Garson tamam diyip koşarak uzaklaştı, gider gitmez şarap söylediğimize pişman olduk. İçince yok yok pişman olmadım ben güzelmiş dedik. Saçma şeylere yine çok fazla güldük, yanağımın içi ağrıdı. Lidyalıların parayı bulmasıyla ilgili bi durum vardı, parayı onlar buluyodu ama başkası mı kullanıyodu ya neydi o hep testlerde çıkardı öss zamanı, şaşırtmalı gibi soruydu dedim, kimse hatırlamadı, öz anladı sadece neyi sorduğumu, neydi lan o derken mutlu olup birbirimize sarıldık, 8 senelik arkadaşlığımız orda resmen level atladı. En son burjuvazi planlar yaptık, golf oynamaya gidelim, kışın kayak yapabiliceğimiz bi tatile çıkalım, reinada dans edelim, suadaya gidiyoruz dimi falan dedik. Ardından yarın oralet içip okey oynamak üzere sözleştik.



Çok güzel ki.

16 Eylül 2010 Perşembe

bi buçuk porsiyonluların dünyası güzeldir, bitiremeseler de.

Sana soruyorum? Şu fani dünyada yemek yemekten daha heyecan verici, daha mutlu edici başka ne olabilir? Sevgilimle dolaşmak, yeğenimin doğduğu gün, üniversiteyi kazanınca falan deme şimdi.
Sevgilinle niye dolaşıyosun, nerde yemek yiceksiniz onu bulabilmek için. Yeğenin doğunca hemen napıyosun, evde toplanıp pastalar börekler yiyip bebeği bi kenara atıyosun. Üniversiteyi kazandığın gün hop tayfayı toplayıp yeme içmeye felekten gün çalmaya gidiyosun. Her güzel şeyin sonu hadi bi yemeğe çıkalımla bitiyo. Neden? Çünkü yemek yemekten daha güzel bişey yok. Diyorum işte sana. Resmen aç olduğum zamanlar yakın geleceğimle ilgili en fazla heyecan duyduğum zamanlar. Acaba ne yicem, yanında ne içsem, arkasından tatlı mı söylesem yoksa kahve mi içsek, ya da ikisi birden mi? Karşımdaki insanın söylediği yemeğin&tatlının&kahvenin benimkinden daha güzel çıkabilicek olması endişesi ise olaya ayrı bi rekabet katar. İkimiz farklı şeyler söyleyelim birbirimizinkinden de yeriz mantığı mı yoksa ay seninki çok güzel olursa ben dayanamam aynısından söyleyelim kafamız rahat olsun mantığı mı ağır basıcak derken iyice acıkırım. Benim için heyecanlara mutluluklara gebe bi olaydır yemek yemek. Aynı zamanda ciddiye alınması gerekir. Çok da samimi olunmayan kişinin çikolatamın son karesine, tavuğumun son lokmasına eşlik etmesi için gözüm gibi sakındığım kolamın son yudumuna sulanması o arkadaşlığı oracıkta bitirebilir. Ha çok nazik ve paylaşımcı gibi gözüktüğüm için tabi ki veririm o değerli lokmayı ama içime oturur, kalbimde diil ama beynimde biter o ilişki. (Sevgilim için ayrı, canı cananı bütün varlığımı alsın açıkçası kendisi)

Kremalı patates, kremalı makarna, kremalı tavuk, kremalı krema, kremalı herşey. Sütlü fıstıklı çikolata. Starbaksın belli zamanlarda çıkardığı toffee nut latte, olmadı white chocolate mocha ve bütün starbaks tatlıları (mozaik pastası hariç ondan pek hazetmiyorum). Kırmızı et. Lor haricindeki bütün peynirler, tercihen beyaz peynir veya tulum peyniri (kaşar peyniri de hangi yemeğin üstüne konursa konsun can alır). Zeytinyağlı taze fasulye, zeytinyağlı sarma, zeytinyağlı herşey. Izgara balık. Yoğurtlu ıspanak. Soslu makarna. Off şuan niye böyle bi yola girdim bilmiyorum resmen yazmadığım bi yemek kalıcak, sonradan farkedince kahrolucam diye çok üzülmeye başladım. Kısacası! Çok sevdiğim biriyleyken, çok sevdiğim bi diziyi izlerken, çok sevdiğim bi yerdeyken, çok sevdiğim bişeye başlamadan önce yemek yemezsem ben o işten hiçbişey anlamam. Dizilerde biri bişey yiyosa çılgınlar gibi özenirim. Varsın gelsin kilolar, diyet kitabımda yazmaz. Yemek yediğim sürece varım ben.
(Bu yazı gözüm dönerek bişeyler yediğim heryerde içinde et, mısır, peynir gibi şenlendiriciler bulunmayan tatsız tuzsuz salatasını kemirip yanında su yudumlayan insanlara ithafen yazılmıştır. Ciddi diilsiniz, benim lazanyama içiniz gidiyo, biliyorum.)

12 Eylül 2010 Pazar

hadi yine iyisin

Bu aralar bende bi değişiklikler var. Erken yatıyorum, erken kalkıyorum üç yumurtayı sütle çırpıyorum resmen. Tabi burdaki erken tanımı nisbi, önceye göre erken. Gündoğarken gerçekleştirdiğim ritüellerim oluşmuştu yıllardır (örneğin; daha da uyumam zaar, an itibariyle kahveye abanıyorum veya ben kahvaltımı akşam yemeği gibi uyumadan önce yapar da yatarım hacı! demek gibi), bi süredir onlardan uzağım, gündoğumunu görücek kadar uzun uykusuzluklar yaşamıyorum. Basit bi mantıkla sabahları da insancıl saatlerde uyanıyorum, sonra dur çok sağlıklı yaşadım demin bunu bozmiyim diyip sağlıklı bişeyler yemeye çalışıyorum. Gazetedeki haberlerden hala güncellerken haberim oluyo, uyandığımda telefonda cevaplanmayı bekleyen onlarca mesaj yerine bi tek sevgilimin güzel günaydın mesajları duruyo, annem günü öldürdün gene diye trip atmıyo vs. Bütün bu iyi gidişat neden oldu peki? Söyliyim, tatil. Parasını vermiş olduğum kahvaltıyı kaçırmamalıyım endişesiyle dar alanda kısa uykular uyumak. Gerçi bana kalsa kahvaltı zerre umrumda olmaz, kaçarsa kaçsın bebeğim diyip arkamı dönerim ama allahtan tatile gitmeden önce arkadaşlarımı en sorumlu ve en eğlenceli olanlarından seçiyorum. Ben ve öbür uyku-sırası-sinirliler önce NE KAHVALTISI BEAEAEAtsaed UYUYORUZ HERALDE UYURKEN KAHVALTIMI OLURMUŞ DAĞILIN!! diyoruz o sıradaki sorumluluk sahibine, sonra tabi -hof galiba bensiz aşağıda çok eğleniyolar korkusuyla tıpış tıpış çarşaftan salama terfi ediyoruz. Tatilde tanıdım seni olum işin gücün peynir yemekmiş senin'den yavruk çay versene'ye uzanan engebeli bi süreç. (Allahtan kayıp vermedik o süreçte, olaydan hemen sonra azcık bi gazla tüm kahvaltı öncesi saçsaça başbaşa girmeler unutuldu ve bütün dünya buna inansa, bir inansa hayat bayram olsa! moduna geçildi.)

Bu tatilden ne anladığıma gelince;
- Kahvaltı günün en önemli öğünüdür.
- Erken yatmasan bile erken kalkmak ayılana kadar kötüdür, sonrasında kendini çok iyi hissedersin.
- Begüm kişisi önceki hayatında gerçekten denizkızı en olmadı denizkestanesiydi.
- Özge kişisi önceki hayatında casino işletti.
- Emre kişisi günde sayısız kez "dik dur!" deme kapasitesine sahiptir.
- Ben günde sayısız kez "azcık.." deme kapasitesine sahibim.
- Taygun kişisi öğle uykusu uyur, acımaz.
- Oyuncak bebekler geceleri sevimliliklerinden arınıp birer korku unsuru haline gelirler.
- Onlarca shot ve mojitonun ardından döner yicem ben denmemelidir.
- Minibüs şoförlerinin "ben sizi 11 servisine rahat yetiştiririm" tipi güven verici söylemlerine aldanılmamalıdır.
- Levent bey dünyanın en iyi insanı, tekila dünyanın en tatlı köpeğidir.
- Arkadaşlarım can, sevgilim canandır.

evet google, kendimi yine şanslı hissediyorum ben.

31 Ağustos 2010 Salı

sleepless in istanbul

Hani bazen arkadaşında kalırken ikiniz aynı odada yatıyosunuz ve gece uzun uzun muhabbet ediyosunuz ya. Laf lafı açıyo, sonra sen mesela konuştuğunuz konuyla ilgili olarak "o gün efsaneydi dimi bi de gelen o kız kimdi ki tanıyomusun?" gibi bişey soruyosun ve bi sessizlik oluyo ya. Cevabını alamayınca birden şüpheleniyosun ve artık arkadaşının adı neyse -mesela burcu olsun- Burcu? diye sesleniyosun ama Burcu sana Efendim? demek yerine derin derin nefes alıp ağzını şapırdatıyo ve öbür tarafına dönüyo ya. Baya baya uyuduğunu hatta belki rüyasında Hawaii'de boynunda çiçeklerle çılgınca dansettiğini anlıyosun ya. O zaman nasıl hissediyosun sen kendini? Ben öylesine yıkılıyorum ki. Öylesine hayal kırıklığına uğruyorum ki. Acaba konuşmanın tam olarak neresinde uyuyakaldı diye mi üzülsem, uyuyan biriyle hevesli hevesli muhabbet ettiğime mi ağlasam, uyuduğunu farketmicek kadar uzun konuşmuşum diye mi sıkılsam yoksa müzmin bir uykusuz olarak önümde muhtemelen tek başıma doğuracağım bi güneş var diye mi yansam bilemiyorum. İçim o kadar sıkılıyo ki o zaman. Burcu'yu sarsa sarsa uyandırasım geliyo. Düşünceli ve bilge bi edayla gerçekten hayat kötü sürprizlerle doluymuş diyorum kendime. Allah kimsenin başına böylesi felaket vermesin dostlarım.

Yazının finalinde ise Burcu rumuzuyla sözünü ettiğim kıvırcık saçlı, veteriner arkadaşıma sesleniyorum. Hani bazen bişeyden bahsederken "ya geçen gün biri daha bana o kızın kim olduğunu sordu ama rüya mıydı acaba o?" diyosun ya. Diildi abi, diildi.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

şerit

Geçmişle yaşayan bi insanım. Elimde olsa geleceğimin yönünü geçmişe doğru çevirirdim. Çocukluğuma dair hatırladığım ilk anılarımı, ilkokul zamanımdaki içe kapanıklığımı, sonra heeyt yeter ulan diye birden açılışımı hatta derslerde tahtaya çıkıp 4 arkadaşımla dans edişimi çok özlüyorum (hanginiz spice girlsü sevmediniz hadi itiraflar gelsin). 4. sınıfta yeni yeni ingilizce öğrenmeye başlamışken aynanın karşısına geçip hayali bi adama ingilizce röportajlar verişimi, saçımı topladığım anda kimsenin beni sevmiceğini düşünüşümü, kardeşimle iki akşamda bir "ormanda kaybolmuş çocuk"culuk oynayışımı. Babannemlerle şilede 3 ay kalıp okuldan bi gün önce eve dönerken okullar tatil olsun ömerliden geri döneriz o zaman diye dua edişimi. Gece radyo dinlerken karışık kaset yapmayı. Anaokulundayken bile uykusuzluk çekmemi, hiçbir öğlen uykusunda uyuyamamış olmamı. Ben 1.sınıftayken kırgızistandan gelip 10 gün kadar bizde kalan asil ve altınay'la birbirimizin ne dediğini hiç anlamamamıza rağmen bunu hiç sorun etmeyip oyunların en kralını oynayışımızı. liseyi kazandığım sene, hazırlığın ilk gününü. osman sucunun derslerini. mütemadiyen okuldan kaçmayı, tam kaçarken müdür yardımcısına yakalanıp depar atmayı. okuldaki heri potır köşesini. spor salonu binasının arkasında tatil köyü olduğunu keşfettiğimiz anı. öğlen tenefüsünde koruya gidip 8 tane hamburger yemeyi. idil hoca ne tatlı dimi biz gibi sanki die konuştuktan sonra, öz'ün hocayı abartı yakın görüp derste göz kırpmasını sonra suratında oluşan demin naptım??! ifadesini. resim dersinde atölyede otururken demin üst kattan bi kız aşağı düştü olum görmedinizmi haberini yok canım ya görmedik biz diye normal karşılayışımızı. servis şoförümüzün hazırlanıp aşağı inemediğimi bildiği için her sabah gelmeden 10 dk önce telefonumu çaldırışını. buna rağmen geç kalıp ciğerlerimin sabah sabah koşarak açılışını. cumartesi akşamları buffyi, pazar akşamları angelı deli gibi beklemeyi. aşk acısı çekmeyi eğlenceli hale getirebiliyo oluşumuzu, aşk acılarımızın acısının aslında sonramıza zemin oluşturduğunu o zamanlar farketmeyişimizi. sevgilimin ben servisle okula erken varıyorum diye, sabahları arkadaşlarından bi önceki otobüse binip erkenden sınıfa gelişini ve beni bekleyişini. otobüs durağında dururken kase kase yoğurt-ekmek yemeyi. taygunun koşuyolunda asfaltın üstünde gördüğü akrebe "aa yengeç!" demesini. özlüyorum. bu yazıyı devam ettiremicem sanırım, zaten biraz kendime yazmışım gibi oldu ama içim acıdı işte. hayatımın çekili olduğu kasedin deliğine kalemimi sokup geriye saramıyo olmak üzücü. hep benle kalanlar, yanında iyi vakit geçiriyomuş gibi görünme zorunluluğu hissetmediğim insanlar. biz buna birinin yanında ortamı gerdiğini düşünmeden somurtabilme şansı diyoruz. seviyorum. çok.

12 Ağustos 2010 Perşembe

bir düşük tansiyonlunun dram dolu, gam yüklü hayatı

Başım deliler gibi, çılgınlar gibi dönüyor dostlar. Adeta türk filmlerinde gazinoda namusuyla şarkı söyleyen filiz akının içkisine ilaç atıldığında, ekranda bi yörünge etrafına yerleşerek dönmeye başlayan küçük filiz akın kafacıkları gibi. Bilemiyorum bu esas-kız-sarhoş-oldu-ve-şuan-bunu-anlatmaya-çalışıyoruz görüntüsü canlandı mı kafanızda. Olmadıysa gördüğünüz en yakın televizyona koşup samanyolu tv'yi açın, illa ki rastlıcaksınız. Her neyse.. Baş döngümün sebebi çağımızın ilginç isimli ve "öldürmem ama süper süründürme garantim var" sloganlı hastalığı vertigo. Daha doğrusu ben artık buna kanaat getirdim. Bu sonuca kendim vardım diyorum çünkü gittiğim tüm doktorlar türk filmi doktoru çıktı. Yani her hastalığı steteskopla göğüs dinleyerek teşhis eden ve tedavi olarak ne olursa olsun bol istirahat ve iyi bir beslenme veren hekimlerdi kendileri. Vertigo olabilir aslında ama umuyorum ki değildir, siz gidip bi uyuyun bakalım bence geçicek, evet sıradaki! laflarını duya duya modern tıbba olan inancımı çökerttiler. Sezerciğin annesi, erol taşın karısı hülya koçyiğit gibi yata yata, dinlene dinlene bi hal oldum ama hala ayağa kalktığımda yer olduğundan 2 adım daha yüksek görünüyo gözüme. Bazen de gözümün önündeki görüntü fıjt diye kayıyo, hayatı profesyonel makine alanların ilk iş olarak çektikleri flu gibi bulanık gibi resimler halinde yaşıyorum bi müddet. Artık ben de saat üçte ilacım var, almazsam mazallah dağlara taşlara gibi somut çözümler istiyorum. Çok mu şey istiyorum? Aksi taktirde bundan sonraki adımım araba çarpmasıyla kör olmak, sonra da ameliyat olup gözüme sarılmış 59 metrelik sargıyı döndüre döndüre o doktorlara çıkarttırmak olucak. Demedi demeyin.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

olacak o kadar da neymiş, ben daha didaktiğim!

Şu tamamen boş geçirdiğim bikaç hafta sonucunda hayatı bambaşka gözlerle görmeye başladım. Mesela ilk başlarda sıkıntıdan soner sarıkabadayıya bağlamıştım. Herşeyi kafiyeli düşünüp, mesajlı gibi sözlerle ele alıyodum resmen hayatı. Sonra da o zaman hayırrlısı olsun hakkımızda ama lütfen kapıyı vurma diyip geçiyodum. Olmayan bahçemin şanını eksilten çiçekleri falan takmıştım kafaya. Bu süre içerisinde bunları düşünürken kardeşimin beşiktaş desenli yatak örtüsünün üstünde yatıp, crax marka kıvrık çubuk kraker yemem de bi ironi midir, buna siz sevgili insanlık kendiniz karar verin. Başıboş hayatımın sekonder kısmında ise bahçemdeki şanı çubuk krakerle bi nevi doldurduğumu düşünerek emekli yaşlı teyze olmaya karar verdim. Yine aynı örtünün üstündeyken bu sefer hayallerimde egeye yerleşip otlu sebzeli yemekler yapmak, öğlen 12de bugün de bitti artık diye düşünmek vardı. Aklımdan geçen herşeyi yüksek sesle söylemek zorunda gibi hissediyodum kendimi. Gideyim de azcık yemek yiyeyim, kalkayım da balkondan azcık bakayım gibi. O sırada burnumun üstüne dikdörtgen, numaralı bi gözlük yerleştirsen hiç yadırgamıcaktım yani, hemen gözlüğün üstünden sana bakıp a benim yavrum ekmek arası peynir koyayım da yemeğe kadar tutsun seni diyebilicek bi seviyedeydim. Koltukta oturup başımı öne eğerek uyumayı öğrenemeden bu moddan da kısa sürede sıkıldım. Kendimi aşırı sosyal genç modunun yorucu kollarına bıraktım. Bu hanım kızımız ise istanbuldaki bütün sergileri, kursları, etkinlikleri üç günde tecrübe etmeye and içmişti sanki. Şuan sorsan istanbulda nerde hangi tarihte ne var hemen söylerim sana. Havanın sosyal mod için çok sıcak olduğunu idrak edip paramın da bitmesiyle bugüne ulaştım. Peki bugün ne mi yaptım? Önümüzdeki bikaç gün için liseyi bitirdikten sonra evde oturmaya karar vermiş kız modundayım artık. Annemle akşam çaylarına gidip kısır tarifi falan almayı, haroşe örgü üzerinde uzun uzun kafa yormayı, derya baykalın eski kazaklarımızdan buzdolabı giysisi yapmak gibi verdiği pratik fikirleri bi deftere not almak suretiyle takip etmeyi düşünüyorum.

Günler geçiiip giderken, pireler deve, hatırlamadığım başka bişeyler de tellal olurken, ben hep aynı örtünün üstünde bi sims karakteri gibi bazen sinirlenip bazen kendime kendime birden dans ederek üç gün sonra napıcağımı bilmeden yaşayıp gidiyorum. Biri gelip beşiğimi tıngır mıngır sallasa da bu sıkıcı, bisürü kahramanın tek bi kızın içinde yaşadığı fantastik ama ilgi çekmeyen masal bitse diye bekliyor, bekliyorum. E o zaman hayırrrlısı olsun hakkımda?

1 Ağustos 2010 Pazar

daydreaming

Sevgili tatil yapmalara doyamayan, canımdan çok sevdiğim arkadaşlarım! Serzenişteyim. Umarım bendeniz tatilsiz'in de birgün sizler gibi 2 ay kalıcı olma garantili bronz bir teni ve tuzdan rengi açılmış kaşları olucak birgün. Denizden sıkılıp havuza, havuzdan sıkılıp kuma koşucam. Koltuktan sıkılıp yatağa ordan da balkona değil. Sevgilimin ısrarla kendi fikri olduğunu iddia ettiği -bence dahiyane olan- duşakabini boğaz seviyesine kadar doldurup içinde yaşama fikrim askıya alınacak. Saçlarımı daha da kestirme konusunda sıcakların da etkisiyle delirip Britney Spears yerine daha makul, daha az file çorap giyen insanları örnek alıcam. Denize gidip, üç saat dizime kadar gelen suda çıpçıp yapıp, soğukmuş sonra mı girsek diyebilecek kadar şımarıcam. En büyük derdim kumsalda batak oynarken çıkan rüzgarın as'larımı denize doğru uçurması olucak.

Evet, her gece bu hayallerle uykuya dalıyorum. Her gece üstünde "plajda şık olmanın yolları" veya "eyvah! fazla kilolarımdan nasıl kurtulacağım!" kadar kopyala-yapıştır haberler okuyabileceğim bembeyaz şezlonglar hayal ediyorum. Her gece burnumda havuç özlü 5 faktör güneş kremimin kokusu tütüyo. Her gece aynaya baktığımda tatilin ilk gününden sonra oluşan "T bölgesi kızarıklığı"nı görmeyi düşlüyorum. Sonra olmadık rüyalara dalıyorum ve sabah kalktığımda güneş, tatlı yaz sabahı mahmur güneşi olarak değil, sinsi pislik allahın cezası şehir güneşi olarak yansıyo yüzüme. Bu noktada sözüm size ey tatillere doymayanlar! Bir gece ben uyurken gelip beni kucağınıza alın ve bi tatil beldesine götürüp, ordaki beyaz şezlongun üzerine usulca bırakın lütfen. Burnuma da bi nokta havuçlu kremden sürün. Uykum çok hafiftir, dikkatli olun, sürprizli gibi olsun. Bekliyorum, anahtar paspasın altında..

28 Temmuz 2010 Çarşamba

güneşli, açık bi havadayım

Şu dünyada arkadaşlarının, sevgilinin seni tutacaklarını bilmenin verdiği güvenle, gözlerini kapatıp kendini rahatça arkaya doğru atabiliyosan, fiziksel olanın yanında ruhen de yaşıyosundur demektir. Yaşatılıyosun demektir. Zaten bildiğim bişeyi tekrar tekrar görmeyi de çok severim ayrıca.. Nefes aldım, mutluyum.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

filhakika, hasılı, binaenaleyh

* Günlerdir evin içinde dolaşan bi böcek var. Bıyıklı mıyıklı, çirkin, kocaman bişey. Biraz daha gelişse ayak seslerini duyucam yani öyle büyük. Durum şu ki kendisi nerde ve nasıl bi eğitim aldıysa ondan ben de almak istiyorum. Hayatımda böyle zeki, böyle çevik, böyle ahlaklı böcek görmedim. (Ahlak kısmı da bizi rahatsız etmemek için sürekli bişeylerin altına saklanmasından ileri geliyo)

* Annem geçen gün bi şarkı için "duyduğum en güzel şarkı, çünkü başından sonuna kadar heryeri nakarat gibi" dedi. Hoşuma gitti baya.

* Gene aynı annemin uyku esnasında birden uyanıp anlamsız şeyler söylemesi ev ahalisi olarak aşina olduğumuz bi olay. Fakat geçen gün karşı koltuğumda uyuklarken birden gözünü açıp bana döndü ve "Paris Hilton çok geziyo kızım." dedi. Sonra tekrar arkasını dönüp uyudu. Artık o sırada bilinçaltının kafası mı iyiydi neydi bilmiyorum. Sorgulamaktan korktum.

* Bilenler bilir. Küçükken okul karnesini büyük, kurdeleli, pembe bi ayıcık sanıyodum uzunca bi süre. Alt kat komşumuzun kızının karne diye gösterdiği şeyi görünce ağlamıştım. Belki de tam ağlamamışımdır, ağlamaklı olmuşumdur. Sonuç olarak daha uzun bi hikaye özetle böyle gelişti. (yaşlardan 4 suları)

* Bilenler bilir kadar da saçma bi laf.

* "Lamı cimi yok" cümlesini gerçek hayatta hiç kullanmadım.

* Bugün sevgilime ve anneme itiraf ettiğim bi başka küçüklük kafası olayı da şudur. Gerçi muhtelemen ay dur sana ne anlatıcam şeklinde anlattığım başka insanlar da vardır orada biyerde. (bu sefer de yaşlardan 6 suları) Herşeyin başladığı o gün, dedemin ısrarla ana haber bültenini izlemesi esnasında fenalık geçirip "of bitmemesi?" gibi bi tepki vermemin üzerine "haberler bi saat sürer yavrum" gibi rasyonel bi yanıt aldım. Gayet doyurucu bir yanıt olduğunu düşünmüşümdür eminim ki. Ta ki aradan bikaç ay geçtikten sonra muhtelemen bi pazar sabahı kanal d de bitirim afacanlar yine yaptı yapacağını şeklinde bi film izlerken, filmimin yine haberlerle kesilmesine kadar. Noldu şimdi bakışımı bu sefer de annem "yok yok bitmedi film, normal saat başı haberi bu" şeklinde yanıtlamaya çalıştı. İşte o an, daha hayatımın ilk çeyreğinde bile diilken matematiğe olan güvenim onulmaz şekilde sarsıldı. Uzuuuuunca bi süre yarıçapı küçük kafamla "şimdi haber 1 saat sürüyosa ve her saat başı yayınlanıyosa aradaki şeyleri ne zaman izliyoruz" şeklinde kabus dolu anlar yaşadım. Burdan anlatım bozukluklarından eksik sözcük kullanımı yapan aileme ve her daim mantıksız bi şekilde mantık arayan kafama selamlarımı yolluyorum. Beni sizler yaratmışsınız, bakın?

* Artık bu kadar salak ve hayalperest bi çocuk diilim. Ha bu arada salaklık güzel değildir, hayalperestliğeyse bayılırım. Ama günbegün tükeniyo işte o da maalesef.

* All right. That's all for now folks dırırıt dıt dıt dıı (yazı biterken midemde çalan müzik bugs bunny'nin bitiş müziği)

Bisous!

24 Temmuz 2010 Cumartesi

kendime yeni bir ben lazım değil, hazır elimde olandan kullanıcam

bi dırdır bi şikayet etmeler. bunları bırakıp üstümdeki ölü toprağını silkindiğimde kendime gelicem. tekrar ben olucam. tamam şuan bunlara gücüm yok belki ama gerekirse redbull üstüne redbull, intense üstüne intense yerim. gene de çıkarım o karamsarlık çukurundan. resmen camları siyah filmle kaplı arabalara benzedim. söz bak. tazelenicem. yarın gene kaldığım yerde durmaktansa 1 cm bile olsa ilerleyebilmiş olmak olsun şimdilik tek amacım. baby steps diye boşuna mı demişler?

23 Temmuz 2010 Cuma

ya gerçekten ergen tribindeyim ya da birdenbire çok büyümenin ne demek olduğunu gördüm.

Yakın zamana kadar filmlerde, dizilerde izlerdim. Başrol oyuncusu ayakları yere basan, ne istediğini bildiğini zanneden kız, aniden depresyonun eşiğine gelip, örneğin o sırada iyi bi üniversitedeyse okulu bırakmaya, iyi bi işte iyi bi pozisyondaysa da birden istifa etmeye karar verirdi. Benim istediğim bu değil, hayatımda olmayı beklemediğim bi noktadayım der, gider saçmasapan bi tercih yapardı. Bense ekranın karşısında gamsızca çekirdek çitleyip izlerken aman öyle şey mi olur, hiç de mutlu son değil yani, Harvard'ı bırakıp bi cafeye girince mutlu mu olunuyo derdim. Bu Hollywood sinemasında da realite denen şeyden eser yok der, döner arkamı giderdim. DİM. Şuanda ise Harvard'ı bitirmesem de en azından 4 seneyi 4 senede bitirmiş bi insan olarak odada yine gamsızca oturuyorum. Millet patır patır cv yollar, görüşmeden görüşmeye koşup başarı hikayelerine giriş gelişme sonuç yaparken, ben hala aynı ekranın karşısında aynı marka çekirdek pakediyle mıhlanmış durumdayım. İçimden bişey yapmak gelmiyo. Onu da geçtim içimden bi işe yaramak gelmiyo. Kafamı hiçbişeye yarım saatten fazla zorlayamıyorum. Fiziksel güç haricinde bi emek gerektiren herşeye kapattım kapımı penceremi. Bu hani "ay kızcağız iş aradı aradı bulamadı, şimdiyse depresyonda sanırım, yazık ona" durumu değil. Hem de hiç değil. Okulun bittiğine emin olduğum günden beri geleceğim adına tek bi adım bile atmadım. Atmadım çünkü istemedim. Hala da istemiyorum. İnternete girip bi yere özgeçmiş yollamak şuan kalkıp da bi anda Kansas'a yerleşmeye karar vermek kadar uzak bana. Bu kadar basit bi işlemi gözümde o kadar büyüttüm, o kadar nefret ettirdim ki kendimi, biri gelip ee naptın selen yolladınmı cv falan dediğinde bana küfür edilmişçesine bakıyorum karşımdakine. Sen kim oluyosun da bana cv falan diyosun, bu ne cüret! diesim geliyo. Nedenlerini de çok fazla sorgulamıyorum bu durumumun. Açıkçası bi endişe de duymuyorum ve de çok belli değil mi zaten sorgulamaya ne gerek? Varmak istediğim noktada olup olmadığımı bile bilmiyorum, varmak istediğim noktayı bilmiyorum. Kendimi hiçbiyerde, hiçbi şekilde hayal edemiyorum. Aynen o filmlerdeki depresif insanlar gibi bırakayım bu işleri, gideyim bi cafede sipariş alayım, bi pastanede pasta börek taşıyayım istiyorum. Kafam rahat olsun, düşünmek zorunda olmiyim. İstediğim yeri bulamadığıma göre hayata belli bi amaç için gelmemişim ben,belli bi farkındalık yaratamıcağım da kesin, e o zaman bi şekilde gelip geçeyim bu hayattan istiyorum. 4 sene okul, mühendislik, onca uğraş boşa gitsin şuan gerçekten üzülemiyorum bu konulara. O kadar hissiz, o kadar umursamaz davranıyorum ki geçmişte beni kırbaçlayan, sınavlara çalıştırtan, kursa götürten, okulu bitirten gelecek kaygım şuan akşam ne yesem kadar yakın bi gelecek kaygısından öteye gidemiyo. Bilmiyorum belki de herkesin başına gelen, hiç de bana özel olmayan bi durumdur bu. Sadece ben şuan kaliteli zaman geçiremiyorum, geçirmek istemiyorum, gitmek istediğim kursun ne zaman başladığına bile internetten bakamıyorum kaç gündür. Elim o taraflara gitmiyo. Benle birlikte kursa gelmek isteyen arkadaşımın napıcaz başlıyomuyuz? mesajlarına cevap veremiyorum. Özetle ben şuan korkup kafasını içeri çekmiş bi kaplumbağadan farksızım. Beni dürtmeniz, ilgimi bişeylerle çekmeye çalışmanız beni sadece daha fazla korkutup kabuğumdan çıkmamı imkansızlaştırır. İçerde biraz düşüneyim ben en iyisi. Siz de yemeğimi, suyumu sağlayın yeter. Çünkü şuan tek ihtiyacım biraz su, biraz uyku. Sonrasını sonra düşünürüz.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

mini mini bir kuş donmuştu, bloguma konmuştu

Minicik, küçücük insanları yine de seviyorum. Sayelerinde kendimi hafife almamam gerektiğini, bi insanın sinirlenince olduğu boydan ne kadar daha çok yere yaklaşabileceğini görüyorum. Hele ki su yüzüne çıkan durumlardan sonra yaşanan telaş beni daha da çok eğlendiriyo. Küçük insanlar. Üstünüze basmıcam, korkmayın. Bana da bu yazıları yazdırıyosunuz ya bu da bi başarıdır, diğer türlü gurur duyamazsınız kendinizle içten içe bilirim ama bana düşündürdüklerinizle gurur duyun, bu da büyük bişeydir. Başkasına yalan söylemenin 5 katı daha acıtır insanın kendine söylediği yalan. İnandırma şansı sıfırdır. Öptüm sizi canlarım kendinizi üzmeyin, gün gelir devran döner, siz de olursunuz.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

taklitler gerçekten de kimi yaşatır?

Türlü türlü insan var demişti yakın bi arkadaşım, bundan bikaç hafta önce bi gece otururken. Sana mantıksız gelen, yok artık o kadar da olmaz dediğin şeyleri kolaylıkla mantığına sığdırabilen insanlar var. Hayatı senin hayatının aynısıymış gibi davranıp, hatta başkalarının hayatlarıyla seninkini kolajlayıp ortaya işte bu benim şeklinde çıkabilen kişilerden bahsediyorum. Sebepleri herkesin kendine. Fakat sıkıcı olup olmadığını bilmediğim hayatlarınıza benimkilerden alıntı yapmanız şaşırtıcı ve komik. Şunu da söylemeliyim ki eskiden televizyona çıkan ve ünlülerin taklidini yaparak revaçta kalan insanlar vardı. Artık o insanlar çıktığında kanalı değiştiriyoruz veya off bu da baydı diyip televizyonu hepten kapatıyoruz biz. Haberiniz olsun. Son olarak yazıya soundtrack niteliğinde bi şarkı Tarkan'dan geliyor. Bilin bakalım hangi şarkı? Sevgilerimle...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

ben buldum.

Aşk üzerine yazı yazmak çok zor. İstesem de anlatamam, hissettiğimle yazdığım örtüşmez ya da sığlaşır diye korkuyorum. Bu yüzden kendisini fazla rahatsız etmeden yaşamak daha iyi sanırım. Klişelerden çok da hoşlanmayan bi insan olarak, aşkın da, aşk üzerine söylenenlerin de birer klişe olduklarını kabul ediyorum ve nedense kendilerinden en ufak bi rahatsızlığım yok hatta ciddi anlamda hoşlanıyorum. Kıskançlığı da, tartışması da, huzuru da, gülümsemesi de buyursun gelsin, ben onlardan daha derin nefes aldıran başka bi duygu yaşamadım şimdiye kadar. Kan bağın olmadığı halde ve hiç huyun değilken deli gibi arabeskleşip öl dese öleceğin kaç kişi var şu hayatta? Saçma mı? Evet. Klişe mi? Evet. Güzel mi? Mükemmel.

30 Haziran 2010 Çarşamba

memnun, kaygısız mıydı?

Hayattan beklentilerim var. Gerçekleşmesi için canla başla uğraştığım veya dört gözle beklediğim beklentiler. Ah şu gün de geçsin diye takvime baktırtan beklentiler. Fakat şu da var ki hayata geçirilebilmiş olmaları beni hiç bi zaman çok fazla tatmin etmedi. Bi saat önce ahhh hadi.. dediğim şeye bi saat sonra offf hadi!! diyorum ben galiba. Kendimi çok yoruyorum. En basitinden gece olsa da bi güzel uyusam dinlensem diyorum ama sonra gözlerim yorgunluktan ve sinirden önüme akana kadar saçmasapan şeylerle ilgileniyorum. Sırf o beklentimi gerçekleştirmemek için. Çabuk demoralize oluyorum. Çok çok çabuk üzülüyorum. Gözlerim çok çabuk doluyo, istemediğim yerlerde zayıf, ağlayan kız imajı çiziyorum yine istemeden. Bunlardan memnun değilim hiç. Zaten kendimden de çok memnun olduğum söylenemez. Bi yerde bi yanlışlık var ama üzerime de alınmıyorum hala çok fazla, hadi bakalım...

12 Haziran 2010 Cumartesi

içsel gibi diil gibi

Az önce modayı sorguladım kıyafetlerimi toplayıp dolaba koyarken. Herkesin dönem dönem parası bittiğinde yaptığı şey yani. Niye alıyoruz bütün bunları, neler dönüyo, güzelsek güzeliz, çirkinsek çirkiniz, şu yüksek bel pantolonun buna ne kadar katkısı olabilir ki die düşündüm. Bundan yaklaşık bi 6-7 sene öncesinde annemle bi inşaatın önünden geçerken, sarı lastik çizmeli adamları görüp bunlar moda olsa mesela, her rengini yapsalar ve çoğunluğun o sezonki tarzını belirleyen bikaç mağazada satmaya başlasalar kapışılır mı sence demiştim. O da marjinal bi cevap vermiş olmak için -çünkü olmaz öle bişey demek çok düz bi bakış açısı olucaktı, hani yaparız ya öle inanmadığımız şeylere o an sırf inanmak daha güzel gözüküyo die onay veririz- olucak bence öle bişey demişti. İkimzde ihtimal vermemiştik o zaman ama bu kış buna ihtimal verenler lastik yağmur çizmelerini piyasaya akın akın sürdü, ben de en başta nefret ettim, dalga geçtim ehe ehe diye, sonra da bence çok kullanışlı ve güzeller diyip gidip aldım. Herkes aldı. İstanbul'da kimsenin ayağına su girmedi bu kış diyebilirim. Keza yüksek bel pantolonlar, etekler. Şuan dolabım beli karnıma kadar çıkan kıyafetlerle dolu, bu zamana kadar yatırım yaptığım düşük belleri alırken aklım da nerelerdeymiş diyorum. İşte böyle saçmasapan bişey. Üstelik bunu insanların zaman geçtikçe zevkleri olgunlaşır veya değişir, daha önceden burun kıvırdıkları şeylere yönelebilirler şeklinde de yorumlayamıyorum çünkü sürekli tekrar halinde bişeylere saldırıyoruz. Aynı örnek üzerinden gidersek mesela ben çocukken yüksek bel modaydı,sonra biraz büyüdüm hepimiz aşırı düşük belli kotlarla gezdik, şimdi gene başa döndük, 3-5 sene sonra gene.. Bu çok da parlak olmayan yazıyı bi yere bağlamak niyetinde diilim, sadece zaman zaman olmadık yerlerde çok fena aydınlanmalar yaşıyorum, gözümü ilerde bi noktaya sabitleyip olum dur.. çok garipmiş.. diyesim geliyo. Yadırgamak normalken kanıksamayı yadırgıyorum. Bu son cümledeki ilk üç kelimenin özne olduğunun bilincinde olarak cümleyi geri okuduğumda, tam da kendimi çok iyi ifade ettiğimi düşünürken, son bikaç günün en saçma cümlesini kurmuş oldum. Yani artık bana havada, karada ve aklımın çok da ermediği kurallarla dolu moda dünyasında ölüm yok. Çüz.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

gugıla sürekli tembel hayvan yazıp aratıyorum

-Mantıklı yanılgı diye bişey olduğuna inanıorum. Bende olmayan fakat var olan bişey. Mesela sınavdan çıkarsın, herkes of çok kötüydü herşeyi karıştırdım ya derken sen de oley bu evrende yalnız diilim die düşünürsün. Sonra millet tartışırken anlarsın ki, bilen insanın bişeyi karıştırmasıyla bilmeyeninki hiç aynı olmuyo. Herkes örneğin 1 yerine 1.5 yazdıysa sen 1456.78 yazmışsın. Virgülü falan bile var baya. Utanç duygusunu tanımla deseler ben bunu söylerdim heralde. Senin yanlışının başkalarının yaptığı yanlışın yanında yapayalnız kalması.

-Bugün metrobüsten inerken saçlarımın çok güzel olduğuna o kadar emindim ki. Aynaya vs bakmamıştım ama yolda galiba saçlarım şuanda çok güzel die yürüdüm hep. Saçları mükemmel olan diğer şanslı insanlar gibi umursamaz bi hava takındım kendi kendime. Sonra eve gelip aynaya baktım. Bok gibilerdi. Saç bile diillerdi, adeta ayak başparmağı veya diz kapağıydılar. Sinemada başroldeki kadın oyuncunun çok güzel olduğu bi filmi izlerken, kendini o kadının yerine koyup onun gibi güzel olduğunu sanarak izliyosun da sonra film bitip aynaya baktığında acı gerçekle başbaşa kalıyosun ya, aynı şey işte. Bunu daha önce biriyle konuşmuştuk ama hatırlayamadım.

- Bazen telefona mesaj gelicek gibi televizyon dıdıdıt yapar da mesaj gelmez ya. Ben hep karşıdaki kişi bana bi mesaj yazdı, tam yollıcakken son anda vazgeçip sildi die düşünüyorum bunu.

-Herşeyi başaran, bütün sorumluluklarını yerine getiren, üstüne aldığı bütün işleri kotaran bi insan olamamaktan öyle memnunum ki. Ne tatlıyım gene yapamadım falan diyorum bu gibi anlarda kendime. Kendimi avutuyorum gibi algılanmasın. Bence aksinden daha insancıl, daha sevimli. Aksi robot bence. Benim 10 aldığım dersten 100 alanlar (yakın arkadaşlarım, canlarım hariç, onlar zeki olduklarından öle oldu) robotsunuz.

-Bugün transkript alma işini (6 dakika) hallettiğim için, günün geri kalanını kendime tatil ilan ettim. Yarın da kırtasiyeden milimetrik kağıt alma işini halletsem, bitirme tezi gene 2 gün sonraya kaldı.

Tembelim ben baya.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

seviyorsevmiyor

Bazen bazı isteklerim olmayınca hiç üzülmüyorum, çok şaşırıyorum. Bi hafta boyuınca hayalini kuruyorum, sonra kurduğum şey gerçekleşmiyo, hayat diyip geçebiliyorum. Ama bazen de küçücük isteklerim olmadığında bariz bi şekilde dünyaya küsüyorum. Mesela şuanda mezuniyetime gidemiceğimi öğrensem bunu çok büyük bi olgunlukla karşılıcağıma adım gibi eminim. Ama bu haberi karşılarken vişne suyu içmek istesem ve dolabı açıp bittiğini görsem.. Hemen oturup adaletsizlik ve düzen konusunda şiir ve deneme yazmak isterim. Bol kazak giyip camdan bakarak tribe girerim. Otobüste kulaklıktan gelen şarkıyla melankolik kısa filmler çekerim kendi kendime. Bu böyledir. Fakat! Lakin! Papatyadan taç meselesi hiçbişeye benzemez a dostlar... Ne demiş Nil? Gülmeyin, belki yarası var?

8 Mayıs 2010 Cumartesi

sinirlenince iclal aydın gibi eleştiresim gelir

Bazen, insanlar nasıl cinnet geçiriyo ben şu dakikada bunu anladım derken buluyorum kendimi. İçinde bulunduğun durum o kadar sinir bozucu, o kadar uzun tırnağın karatahtada saatlerce gıcırdaması gibi bi durum ki, ah diyosun tamam gazetelerin hiç bakmadığım 3. sayfalarına çıkıcam ve "S.D (21) cinnet geçirerek patladı" diye arşivlerde küçük pontlarla yer alıcam. Misal geçenlerde ruh halimin çok çok yükseklerde olduğu, mutlu, sevecen bi günün akşamında tiyatroya gittik elimizde 1 ay öncesinden alınmış biletlerle. Onca zaman beklemişsin, merak etmişsin, oyun başlasın diye hevesleniyosun. Sonra yan koltuğuna bi pergel oturuyo resmen. Bu pergel bacaklarını 190 derece açmak üzere ayarlanmış. İlk başta dur azcık diğer tarafa doğru oturuyim belki adamcağızın bacakları sığmamıştır diyosun. Sonra bakıyosun adam bildiğin her 10 dakikada bi yarıçapını arttırıyo, zaten koltukta sürekli kıpır kıpır, bi önüne eğiliyo bi arkasına yaslanıyo, oflayıp pofluyo, sanki orda jimnastik yapan senmişsin gibi ikide bi yan yan sana bakıyo. Oyun önünde akıp giderken, yaaaaa sabııırr diyip iyice büzülüyosun ama konsantrasyon uçtu gitti tabi. Tek düşüncen şu adamın sağda solda bıraktığı kollarına bacaklarına değmiyim düşüncesi. Gerçekten söylüyorum, uzayda zaten çok da fazla hacmi olmayan bacaklarım ve kollarım T-Box kutusuna sığıcak dereceye geldi o gün. İnatlaşamıyorum da, sonra tiyatroda çığlık çığlığa çek şu ayağını beeeeeeeeeeea die sinirden incelmiş sesiyle bağıran kız olmak istemiyorum o anda. İkinci yarıda durumun farkına varan sevgilimle yer değiştiriyoruz, bakıyorum ki o ilk yarının yan koltukları fethe çıkmış padişahı, şimdi kendi sınırları içinde terbiyeli terbiyeli oyun izliyo, koluna bacağına gayet hakim. Bu durumun aynısı otobüslerde de geçerli tabi, tiyatroda olması ayrıca sinir bozucu. Sonra oyundan çıkınca İspark görevlisi olmayan adamların fiş kesmeden senden park parası almaya çalışmaları, vermezsen arabadan 10 metre uzaklaştığın andan itibaren arabanın çizilmesinin garantili oluşu, pazar gününün başka park yeri arayarak ziyan olmasını istememen... Yolda yürürken önce çantanın arasına çiçek vs sıkıştırıp sonra paramı ver diyen insanlar... Pardon, birkaç dakikanızı alabilir miyim diye nazikçe soran anketörlere teşekkürler, acelem var dediğinizde o anda nöröyö gidiyön gülüm ne acelön var (ki geçen hafta Ersin Karabulut da bahsetmişti bundan) şeklinde salon beyefendisi çizgilerinden anında kaymaları...

Ya üstelik ben çabuk sinirlenen bi insan da diildim önceden. Ama şu son günlerde artık gerçekten elime baltayı alıp Shining'teki Jack Nicholson gibi bu tip insanların önce banyo kapılarında güzel delikler açmak, sonra da fıldır fıldır dönen gözlerimle ordan bakmak istiyorum. Cinnet geçirmenin de bi rahatlığı var, buna inanıyorum. Tek harfle cennettesin zaten.

19 Nisan 2010 Pazartesi

iki dakka duralım şurda

Bi insan bi şeyi çok isterken aynı zamanda nasıl bi güçle o şeyi yapmaktan kendini bu kadar uzaklaştırabilir? Karıştı mı? Yani ben mesela şuanda geçen hafta aldığım ve hala izleyemediğim filmi çılgınlar gibi izlemek istiyorum. Ama bi yandan da sırf o filmi izlemeye oturmamak için internette takılıyorum, ojelerimi siliyorum, tırnaklarımı kesiyorum, salata yapıp yiyorum ama aklım hep filmde. Öte yandan bu gece yatana kadar aklım hep filmde olucak, ama bugün izlemiceğime adım gibi eminim. Şu anda bu yazıyı yazarken bile bence siliyim oturiyim filme başliyim diyorum. Ama yazı bittikten sonra bilgisayarı kapatıp dışarı çıkıcam. O kadar uzun zamandır izlemek istiyorum ki bi de, doğru zamanı kolluyorum artık, çıtam yükseldi. Onca süredir bekletiyosun, ayak üstü izlenmez, kimsenin aramıcağı, karnının tok olduğu, havanın aydınlık olmadığı bi zamanda izle diyorum. Haziran başı gibi, finaller başlamadan bi gün önceye kadar o film orda durucak öyle sanırım. Aynı şekilde saçlarımı Jean Seberg'in fotoğrafını götürüp kestirmek de öyle. Olsun, hayat birşeyleri ertelemekten ibaret bence. Kafamda binbir türlü düşünceyle hiçbirşey yapamadan oturmak hali, yani "azcık duruyim", seni seviyorum.

14 Nisan 2010 Çarşamba

eşyaların dayanılmaz ağırlığı

Geçenlerde bi arkadaşımın tavsiyesi üzerine oturup bi film izledim. Grey Gardens. Geçen sene çekilmiş, vizyonda gösterime girmemiş bir televizyon filmi. Başrolde de -aslında yıllar yılı pek kanımın ısınmadığı- Drew Barrymore ve Jessica Lange var ve filmde Jackie Kennedy'nin birince dereceden akrabaları olan bir anne-kız hakkında çekilen aynı isimli belgesel konu alınmış. Daha doğrusu film o belgeseli çekme aşamasını anlatıyor da diyebiliriz belki. Bi nevi insan sosyal statüsünü nasıl kaybeder'i anlatan bir film. Grey Gardens oturdukları mülkün adı, soylu bir aileden gelen anne aşırı takıntılı bir insan ve filmin ilk yarısından sonra hayattan kopuk olduklarını farketmeden bir çöp evin içinde mutlu mesut yaşarken görüyoruz onları. Bu garip fakat akrabalık bağları nedeniyle magazinsel değer taşıyan anne-kızın belgeselini çekmek için onlarla görüşmeye gelen iki adamı da film boyunca şaşırırken görüyoruz, çünkü bu insanlar dışarıda bambaşka hayatların sürdürüldüğünün farkında değil. Hatta belgeselin çekiliş amacını düşünemeden sadece tekrar poz verebilmek fikri bir bakıma hoşlarına gidiyor ve artık virane haline gelmiş yıkık dökük evlerinde rujlarını sürüp porselen bardaklarda çay ikram edip bacak bacak üstüne atarak soruları yanıtlıyorlar. Evde kedi, köpek ve hatta yolda yürürken rastlama ihtimalinizin çok az olduğu rakunlar bile cirit atıyor, yıllar yılı eve giren hiçbir eşya asla bir daha evden çıkmamış, herşey ama herşey özenle olmasa da bir şekilde saklanıyor. Çünkü annenin hayatında değişikliğe yer yok, bu yüzden oyuncu/şarkıcı olmak isteyen kızının hayatını da evin sınırları içerisine kısıtlamayı bir şekilde başarmış, sadece eşyanın anısıyla yaşıyor.

Asıl aydınlanma ise ben filmi bitirdikten sonra başlıyor.

Şöyle ki; o filmdeki anne karakteri benim. Benden başka böyle insanlar da mutlaka vardır fakat benim tanıdıklarım arasında benim kadar eşyalara anlam yükleyen, anılara bağımlı kalan başka bi insan daha yok. Bahsettiğim anı tanımı da öyle büyük "anılaaaaar anııılaaar, şimdi gözümde canlandılaaaağğr" gibi değil, örneğin sokakta sevdiğim biriyle yürümek gibi olanlar. Ben ne mi yapıyorum? Mesela sokakta sevdiğim biriyle yürürken elimde marketten aldığım çikolatanın fişi varsa, eve gelince o fişi atamıyorum arkadaş. Sevgilimle starbucksta kahve içerken bana birşey oluyor, içindeki kahveyi bitirdikten sonra onun karton bardağı oluyor ya hani, bunları ben çok severim ehe ehe diyip, alıp eve getiriyorum. Kütüphanemde duruyorlar hala. Veya gene aynı kahveciden sevgilimin bana aldığı bardağın hediye paketindeki, pakedi kapalı tutmak için yapıştırılan yapıştırmayı, atmaya kıyamıyorum söküp dolabıma yapıştırıyorum. Sinemada yediğimiz kurabiyelerin kutusu hala özenle odamda duruyor. Ve hani öyle bi köşede falan da değil. Baya hepsinin yeri var, arada tozlarını alıyorum. Beğendiğim filmlerin veya oyunların biletlerini asla atamıyorum. Geçen gün anneme, bu içtiğim sodaların şişelerini atma, ben onları şurda biriktiricem dedim (ki ben çok soda içen bi insanım) annem çok kızdı. Sen dedi, artık abartıyosun. Lisede üzerine herhangi birşey yazdığımız kağıtların hepsi (büyük tarihi değer taşıyan yazışmaların yanısıra örneğin "acıktınmı? evet." şeklinde olanlar) bi dosyanın içinde duruyo, dosya ise orta 1'e başladığım gün kendimi önemli hissedip aldığım dosya. Bundan 4 sene önce yine bir arkadaşımla içtiğim ve adı değişik gelen bir içeceğin ("chat cola?") üzerindeki adı yazan kağıt hala cüzdanımda. O gün çok eğlenmiştik diyorum, çıkaramıyorum o kağıdı yerinden, halbuki cüzdanım içindeki bu tip kağıtlar yüzünden patlamak üzere. Bazen çok severek aldığım bi kıyafetin etiketini günlerce atmak üzere masamda beklettiğim oluyor. Bunların yanında ilkokul-ortaokul zamanlarımdan kalan kasetlerimin hepsinin, o zamanlar duvarıma asıp sonra hayranlığım bi akşam aniden geçtiğinde söktüğüm posterlerimin (ki içlerinde gerçekten anlamsız olanlar da var), o yıllarda okuduğum salak genç kız dergilerinin hala durması tabi ki çok normal kalıyor. Ama beni en çok ürperten sanırım bundan 750 sene önce aldığım ilk kontörümün kartının durması. Geçen gün bi kitap ararken elime geçti, bi yere tıktım gene ama demin aradım bulamadım, bulmaya çalışıcam onu.
Böyle hayatıma giren eşyalara ne kadar bağımlı olduğumu altalta yazınca biraz korktum açıkçası. O yüzden... Lütfen gözümün önünde okuyup bitirdiğiniz Uykusuz'larınızı çöpe atmayın, alınan hediyelerin ambalajlarını (hediyeyi kim almış olursa olsun) bi köşede bırakmayın, elinizdeyken rengi hoşuma giden kalemleriniz için "sende kalsın istersen?"demeyin. Lütfen. Nasıl kıyıyosunuz onlara ben anlamıyorum hiç. Bu hareketleriniz yüzünden bi gün bana inme inicek, sebebim olucaksınız, ruhunuz bile duymıcak.

4 Nisan 2010 Pazar

yokum, ders çalışıyorum.

Hayat enerjim an itibariyle yitti gitti çünkü kendimi sabote ederken bir de baktım da akrep gelmiş 12'ye.
A) Bu saatten sonra gelecek olan çalışma şevkine güvenme, git otur dergi oku, film izle.
B) Hala sabotaj peşindesin.
Merak edenler için cevabın açık olduğunu düşünüyorum. Ben kendime hakim olamıyorum ki artık. Benim okul adına birşeyleri başarabilmem için bomboş bir odaya bir masa, notlarım ve ilginçlikler barındırmayan bir kalemle kapatılmam lazım. Yoksa ben kibrit çöpüyle bile oyalayabiliyorum kendimi. Mesela şuanda zaman zaman düşündüğüm birşeyi tekrar düşünmeye başladım: Facebooktaki iletilerine aşırı iddialı, laf koyar gibi, mecazlı gibi yazı yazan insanlar. Ben anlamıyorum. Yıllardır özgüvenden şişe şişe nasıl patlamadı onlar? Ayrıca da hayır, sanal alemde kafiyeli, alemin kralıyım temalı yazı yazılmasın demiyorum. Senelerdir msn'de "bana bulaşmayın&sakın bişey yazmayın" şeklinde onunla konuşmak isteyen milyonları azarlayan insanların yanında "kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar" (bu laf yanında kızgın suratla birlikte servis edilir) gibi yazdığı cümlelerle şok etkisi yarattığını sananlara gayet aşinayım. (Başka özlü gibi söz bulamadım belki de artık bu karga&kartal ikilemesi artık çok da fazla popüler değildir.) Tamam sinirlendin, yazdın, büyük laflar edesin var, o büyük lafların da hazır edilmişi var direkt kullanayım diyosun. Ama en azından o lafın orada asılı kaldığı müddet boyunca ağır takıl biraz arkadaş. Sonra bana gelip "slmmms..." deme. Veya Facebookta yazdığın "I'm the best, f.ck the rest" tarzı bi isyanın ardından ben o sayfada kaybolmuş ineklerin tarafından çiftliğine alındığını görmeyeyim. Ya sinirli ol, sisteme karşı ol, ya da çiftçilikle uğraşma. Ben sinirleniyorum. Yapmayın. Sonra da böyle oluyo, ders çalışamıyorum.

8 Mart 2010 Pazartesi

problem basit, çözmek imkansız

İnsanın modunun termometrenin inip çıkmasıyla paralel olması çok ilginç. Sabah kalktığımda yatağın içinden halıya bakarken havanın soğuk olduğunu bilmiyordum. Adeta dışarıda kuşların cıvıldadığına bile emindim neredeyse. Hem de dün akşam sokakta havanın soğukluğuyla ilgili güzel küfürler icat edebilmişken. Sonra ansızın biri aradı, sinemaya gidecektik, hava çok soğuk çok fena dedi, o anda sanki yıllardır kaybolan birinin yasını tutuyormuşçasına hissettim. (Ayrıca lütfen kaybolan kimsenin yasını tutmayayım.)
Umarsızca montunu üstüne bile giymeden eline alıp sokağa fırlayan dizi karakterlerinden olmak istiyorum bende. Havadan buz yağarken önemli bi konu konuşucam die illa ki deniz kenarına gidip biriyle birşeyler konuşmak ve o sırada montumun düğmelerini iliklememek istiyorum. Sigara içen milyonlarca arkadaşıma hadi hadi içerisi çok güzel bak sıcacık oh mis diye cilve yapmak istemiyorum. Ya da şuan itibariyle dediğim herşeyden vazgeçtim. Bahar gelsin, elini öpüp başımıza koyalım. son.

7 Şubat 2010 Pazar

kaldırım serçesi

Elleri de kendisi gibi küçücük bir insan. Hiç tanımadığım ve ben hayata gelmeden 25 sene önce son zamanlarını yaşamış olmasından ötürü tanıyamayacağım biri. Hem bu zamana kadar gördüğüm en "Fransız" kadın, hem de alabildiğine parizyen tarafıyla çelişecek kadar üstüne basa basa telaffuz ediyor r'leri. Ben de ne zaman boğazım ağrısa, televizyona tahammül edemeyecek hale gelsem, ışığı kapatıyorum ve ona ait müzik klasörünü açıyorum. Hayranlık duymamak zaten elde değil, hakkında yeni birşeyler öğrendikçe veya daha önceden defalarca dinlediğim bir şansonunu açıp tekrar tekrar, neredeyse dilimin üzerinde yanık bir tat hissedene kadar dinleyince. Hiçbir zaman yeteri kadar temiz olmamış, iyi giyinmeyi veya belki de güzel bir şişe şarap seçmeyi bilmemiş bir kadın sesinin insana kattığı zenginlik çok garip geliyor bana. Kendisi de büyük ihtimalle takdirlerini bir avuç bozuk parayla gösterebilecek güce sahip insanların, sokakta şarkısını duydukları anda merakla camı açıp kulak vermelerini tercih etmiş, zamanın büyük sinema salonlarında verdiği konserler yerine. Şimdiyse onun nefes alabildiği zamanlardan çok çok sonra odamda oturmuş, sesinin şarkı sözünden bağımsız olarak bana anlattıklarına hayran kalıp onunla ilgili birşeyler yazmak istiyorum. Minicik bir kadının kocaman sesi dolduruyor odayı ve ben kendi kendime hediye ediyorum kaldırım serçesi Edith Piaf'ı.

İnsan büyük de olsa
Toz olacak sonunda
Bırakacak ardından
Unutulmaz bir şarkı
Çünkü unutulur tarih
Bir havadır anılan
Üç zamanlı bir şarkı
Tam da Parisli olan...

3 Şubat 2010 Çarşamba

eğrinin maksimum yaptığı nokta

Karların gidip tekrar geri gelmesinin ruh halimde oluşturduğu 180 derecelik döngü? Son birkaç günde birkaç aylık yaşadım sanırım, önce buz gibi suyun içine saçımdan tutularak sokulmuş gibi şoklanmak sonra da şezlongda yatıp güneşleniyormuşçasına huzurlu ve sıcak hissetmek. Gözlerimi kapayıp sindirmek istiyorum şuanda. Bu kadar hissetmek zor bir durum, içimden birkaç kişi daha çıksın onlara da paylaştırayım demek istiyor insan.
Bazen oluyor işte, herşey bir anda güzelleşiyor. Dünyanın en güzel filmlerini izliyorsun, radyonun sesini çok çok az açıp kısık sesle dinlenebilecek en güzel şarkıları dinliyorsun, dünyanın en güzel insanlarıyla havanın nispeten sıcak olduğu bir günde dışarıda oturup önce saçmasapan şeylerden muhabbet ediyorsun, sonra saçmasapan figürlerle dans ediyorsun, yorulup hep beraber oturuyorsun, dur dur boşver diyip kalkıp yine beraber zıplamaya başlıyorsun, otobüste 15 dakika kadar yanındaki çinli adamın okuduğu kitabın alfabesini inceliyorsun ve çin halkını takdir edesin geliyor, dünyanın en tatlı bebeği sen kapıdan girince gülmeye başlıyor, parmağını uzatınca bebek refleksiyle tutup sıkıyor, dünyanın en mükemmel erkeğine hiç bir koşulda kızgın kalamıyorsun, görünce terazide ikinizin oturduğu taraf deli gibi ağır basıyor, gidip boynuna atlıyorsun o da sana özlemekle ilgili birşeyler söylüyor. Gece olunca uyumak istediğin anda uykuya dalabiliyorsun. Canını sıkan sorumlulukların hepsi yoluna giriyor, içtiğin türk lahvesinin şekeri ilk kez bu kadar dengede oluyor, yanında verilen küçük tatlı ilk kez kahveyle bu kadar uyuyor. Elele tutuşmak kavramı keşke tek elin değil, ikişer elin birleşmesiyle olsaydı diye düşünüyorsun. Duvarındaki postere bakıp Audrey Hepburn ne kadar güzel ve zarif diyorsun giyinirken. Aklına hiçbirşey sırayla gelmiyor, önce elini yıkadığın sabunla ilgili birşeyler düşünüp sonra hala emzirilen ve iki tane küçük dişe sahip bebeklerin diş fırçalama alışkanlıklarıyla ilgili birşeylere takılıyorsun. Sonra da dünyanın en iyi insanlarının bir şekilde gelip senin arkadaşın olduğunu aklından geçiriyorsun ve hemen bunlardan o anda mutfakta omlet yapan bir tanesine gidip benimki çok pişmiş olsun diyorsun. İlk kez hafif kırmızı ruju kendine yakıştırıyorsun, sonra kapının önünde gelmeni bekleyen insanın yanına koşa koşa indiğinde durup kırmızı ruj ne kadar yakışmış sana diyor. Bunu duyunca insana gülmemek yakışmıyor zaten, gülmeyi de kendine yakıştırıyorsun.
Ne bileyim işte. Oturup sıraya koymadan yazdım ama tarif etmeye çok da gerek yok. Mutluluk, mutluluktur.

28 Ocak 2010 Perşembe

ağrı

Bu hayattaki amaçsızlığım sona ersin istiyorum artık. Bazen yapacak bi işim olmuyor, oturup hayal kuruyorum. Şu şöyle olsa, bu böyle olsa. Hemen hayalimin fonunda sevdiğim bi şarkı çalmaya başlıyor, kısık sesle. Yüksek ses sevmiyorum ben çünkü. Hatta hayat yavaş aksın, müzik usulca çalsın, koşulmasın yürünsün istiyorum. İstediğim birşeyleri gerçekleştirebilmek için, güzel bi bardak kahve içebilmek için, sinemaya gidip film izleyebilmek için illa da paramın olması gerekmesin. Gitmek istediğim heryere yürüyerek gidebileyim .Hava hep güzel olsun, üşümeyelim, terlemeyelim. Uyandığımda ışık direk tek bi doğrultuda yüzüme gelmesin, odaya eşit olarak dağılsın, biraz huzur versin. Verdiğim kararlardan sürekli şüphe duyan kişi ben olmayayım, başkaları olsun. Unutmak istemediğim insanların sesleri, yüzleri, mimikleri silinmesin beynimden. Hiçbir işe yaramasalar da orada kalsınlar. Bitmek tükenmek bilmeyen karamsarlığım, yorgunluğum, yapmaktan bıktığım şeyler bir anda yok olsun. Ve nolur herşey biraz daha kolay olsun.

24 Ocak 2010 Pazar

Mahsuriyet mi

Son birkaç gündür buz gibi tabir ettiğimiz havalarda bile kafelerin dış kısmında oturup muhabbet etmeye alışık olan biz, değişik bi durumla karşı karşıyayız. Bu sefer hava gerçekten buz gibi. Çoğunluğa uyarak bende dışarı çıkarsam ölebilirim şeklinde bi düşünceyle son 2 gündür odamdan hiç çıkmadım. İhtiyaç dahilinde mutfağa ve banyoya gidiyorum o kadar. Ülke savaşa katılmış bende pirincini şekerini stoklayıp oturan bi nevi Anne Frank gibiyim. Ya da karşı komşularını pencereden gözetleyen Hitchcock filmindeki adam da olabilirim. Üstelik dışarıda gerçekten çok büyük bi afet durumu da söz konusu değil. Bildiğim kadarıyla sıcaklık da -2'nin altına düşmedi daha. Gerçi hergün bir sonraki gün için atılan manşetler hep şu şekilde: "Uzmanlar uyardı! Yarın bilmemkaç yılından bu yana en soğuk gün yaşanacak, sakın dışarı çıkmayın!!" Bu insanlarınsa tatil edilmeyen işlerine ve okullarına gidebilmeleri için teşvik edilmeye ihtiyaçları var. Bu insanlardan kastım da sadece ben. Halbuki kendimle çelişecek şekilde, 2 gün önce sabah saat 9'da otobüste giderken, herkes sinirliyken ve bi durum yaşansa da hemen "kardeşim"le başlayan cümleler kurayım diye düşünürken, ben akbil cihazının önünde konuşlanmış dışarı bakarak mayhoş bi ifadeyle gülümsüyordum. Diğer günlerden tek fark insanın sıtkını sıyıran trafiğin (sıtkı sıyrılmak) sadece daha beyaz ve daha katlanılabilir görünmesiydi. Bütün evler pastaya, bütün ağaçlar oyuncağa benziyordu. Kafamda berem, elimde henüz dayanamayıp parmağımı sokmadığım için hepsi sökülmemiş olan eldivenim vardı. Bu şartların hepsi beni birden en korktuğum insan tipine dönüştürdü. Akabinde de o an geldi zaten. Kişisel gelişim kitapları okuyup hayatı ıskalamak istemeyen insanlar gibi yanımdakine dönüp "kartpostal gibi değil mi?" diyerek romantikleşmek istedim. Sonra da hemen vazgeçtim. Otobüsün içinde 3 trilyon sinirli insan vardı, yarısı orta kapı ve kaptan sözcüklerini barındıran cümleler kuruyordu, aldığım cevap "kardeşim"le başlayacaktı ve bu kartpostalı kimse tatilde birine postalamak istemezdi. Zincirlikuyu'ya geldik, düğmeye basıp indim ve herkes gibi sinirle koşmaya başladım.

21 Ocak 2010 Perşembe

sanal ve gerçek bileşenler

Ders çalışmak amacıyla masaya her oturuşumda içimdeki yazı yazmayı seven taraf güne merhaba diyor ve yine içimdeki öğrenci çook uzaklardan belli belirsiz görüntüsüyle el sallıyor. Çok da iyi görünmediğinden olucak içimde bi öğrenci var mı, onu da tam bilemiyorum. Kötü bir taklidi de olabilir. Açık konuşmak gerekirse bu işler bana göre değil. Biri bana dinlemek zorundasın dese müzikten, yürümek zorundasın dese sokaklardan nefret edebilirim ben. Tembellikten tabi, asilikten değil. Bu yüzden sinsice davranıp geleceğim için değil de, zevk adına ders çalışıyorumuşum gibi davranıyorum. Sonra da aklıma şimdi ben bu sayılar ve harfler kombinini gelecekteki ben için mi bu renkli kağıtlara yazıyor, sonra da gözlerimi kapayarak hatırlamaya çalışıyorum diyorum. Ne saçmaymış. Burdan eğitim sistemi, çarklar, gençlik, sivilceler konularına girmicem tabi ki. Öyle bişey yok, yapan da yapıyor.
Sonra insan final ve yakın arkadaşı bütünleme döneminde çok yaratıcı oluyor. Okulda da yaratıcılığı öldürmeye çalıştıklarından ortaya çıkan durum iç açmıyor haliyle. Çünkü öğrenci ders çalışırken farkediyor ki önündeki defter kağıdından kuş,tren vs yapılabilir, içilen soda şişelerinden ortaya bi enstrüman çıkarılabilir, dolaptaki kıyafetler öyle bir yerleştirilebilir ki ortaya Mona Lisa çıkabilir vs vs. Şimdi bi dönüp baktım da okul başarmış, çok da parlamayan yaratıcılığım gerçekten ölmüş. Neyse önümdeki kağıtlara iyice bakıp mühendis olmaya çalışırım bende. Son olarak da demin bahsettiğim eğitim sistemine öyle şeyler söylüyorum ki şuan içimden, velisi okula gelebilir her an...