27 Mayıs 2014 Salı

Belgrad'a gidelim. Bir Jelen içelim.

Uzunca bir beklemeden sonra geçtiğimiz Mart ayında Belgrad'daydık. Aman yarabbi! Orda yaşadıklarımız, tattıklarımız, dinlediklerimiz, yaptıklarımız nasıl birer mutluluk kaynağıydılar.. Yaşadık dostum, 3 gün içerisinde epeyce yaşadık.

Sevgili dostum Taygun, sevgili sevgilim Özgün ve bendeniz olmak üzere üç kişilik yolculuğumuza sabahın erken saatlerinde bir Havataş otobüsünde başladık. Şanslıydık ki hava da en az bizim kadar şekerliydi. Havaalanına TABİİ Kİ erkenden vardık, yanyana oturabilmek için uçağın arka koltuklarını seçtik ve beklemeye başladık. Beklerken ben yine herşeyimi kaybettim, sonra da sükunetle buldum (iki kere alınan yurtdışı çıkış pulları, selam olsun sizlere). Saatimiz gelip uçağa bindiğimizde ise içimi uçağın kaçırılacağına dair tuhaf bir şüphe kapladı. Neden arka koltuğumuzda oturan orta yaşlı adam hostesin ısrarlı sözlerine rağmen ön sıralardaki yerine yerleşmeyip BEN BURADA OTURMAK İSTİYORUM!! SONRA GEÇERİM BELKİ YERİME?? diye tutturuyordu? Adam uçağı kaçırdığında masum gözükmek için uyumaya karar verdim. Dalmışım.

Pilotumuz uçağımızı indirmekten ziyade hoppaa diye düşürdüğünde uyandım. Belgrad'daydık. Yanımda çok sevdiğim iki kişi vardı ve hava güneşli görünüyordu. Tatil başlayabilirdi.

Havaalanı çıkış etrafımızı "taxi? you need taxi? 5 euro city center? cheaper than bus, huh?" diye saran amcalara aldırmayarak bizi evimizin olduğu yere götürecek olan 72 no'lu otobüsü beklemeye başladık. Yanımızda 5 kişilik bir erkek grubu vardı, Taygun'la Özgün azcık muhabbet ederken onlardan uzakta oturup ayaklarımı banktan sallandırdım. (Bu arada taksi otobüsten ucuz falan da değil, kişi başı 1.5 euro verdik, taksiciler kişibaşı 5 euro istiyor.)

Otobüs yolculuğumuz esnasında geçtiğimiz tüm semtleri "aa aynı Ataşehir? burası biraz Göztepe? Sanırım Taksim'e yaklaşmaya başladık" diye yaftalayarak ineceğimiz durağa vardık, bize evimizi gösterecek olan kişiyle buluştuk, gezilecek yerler konusunda önerilerini aldık (ki aslında ben araştırmalarım sonucunda Belgrad'a son derece hakimdim) ve yemek yemek için sokaklara döküldük.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, BELGRAD ÇOK UCUZ DOSTLAR. Evimize yakın ve güzel görünen bir otelin restoranında afedersiniz 1 KG ET yedik, votkalar, biralar, Sırp usulü fasülye ve fırında patates. Garsonumuz kibar, fiyatlar makulun de ötesinde şaşırtıcı, yemek ise adeta üç gün idare ettirecek cinstendi. Sonrasında Kalemegdan'a gittik, Tuna Nehri'ne karşı Sırp gençlerle birlikte uzandık ve güneşin açıkta kalan derimize nufüz etmesine izin verdik. Hayat, aşk, arkadaşlık güzeldi, işte orada hatırladık.


İlk günün akşamında avare avare şehri dolaşıp güzel içkiler içip çok doyup & çok yorulduktan sonra ikinci gün artık bir daha o kadar yememeye karar verdik (tutamayacağımız sözler). Sevdiğimiz insanlara postalamak üzere kartpostallar aldık ve bir coffeeshop'ta ballı çay içip sandviç yedik. Hava o kadar güzeldi ki gitmeyi planladığımız Tesla müzesine kadar yürüdük, biraz daha kartpostal aldık, müzede elektrik faturası ödediğimiz için kazıklandığımızı öğrendik ve dönerken yol üzerinde gördüğümüz bir kafede oturup rakija, vodka ve Cosmopolitan içtik. (Kendime not: Yol kenarında gördüğün küçük kafelere daha sık gir, içerde çok tatlı garsonlar sana ayvalı rakı ve hoş sohbet vaat ediyor olabilir.) Akşamında Little Bay isimli canlı olarak klasik müzik icra edilen bir restoranda güzel bir yemek yedikten sonra Belgrad'ın caz klüplerini keşfetmeye karar verdik. İŞTE BURADA DURUYORUZ. Eğer Belgrad'da biri sizi "Şurada çok güzel bir caz klüp var" diyerek ıssız ve karanlık sokaklara sokarsa, MUTLAKA GİDİN. Popomu keserler mi diye düşünseniz de, böbreğinizin çalınmasından hoşlanmasanız da gidin. Sokaklar göründüğü gibi tehlikeli falan değil, sadece İstanbul'a göre biraz daha boş.

Siz hayatınızda hiç Münir Özkul'un bateride, İlber Ortaylı'nın klavyede olduğu bir barda zevkten dört köşe bir şekilde caz dinlediniz mi? Tüyler diken diken.


Bu arada pek tabii ki üniversite bahçelerinde ve Belgrad sokaklarında, marketlerinde bolca vakit geçirdik. Oranın TBMM'sinin önünde taş merdivenlere yattık ve vurulmadık, taksicileriyle muhabbet ettik ve hayatımızın en Tim Burtonvari fırtınasına yakalandık. Düşündükçe içim ısınıyor. Girdiğimiz plakçılarda tek tek bütün plakları elledik (Taygun gelecekteki çocuklarının rızkını plaklara yatırdı, üniversite masraflarını ben karşılayacağım Fikret) ve tıkış tıkış clublarda ter içinde zıplanılan gece hayatının asla bize göre olmadığına bir kez daha emin olduk. İyi sohbet her zaman kazanır dostlarım. (Bu noktada Sırbistan'a gitmek isteyen yiğit Türk erkeklerine not: Sırbistan'da da kızlar teklif etmiyor...)

Diyeceğim o ki; çok içten ve çok sıcak bir şehir Belgrad. Önüme çıkan ilk fırsatta bana 90'lı yılları anımsatan bu naif yere tekrar gitmeyi yürekten istiyorum. Şu an bu yazıyı yazarken farkediyorum ki, Tuna nehrine karşı yatarken derime işleyen güneş sanırım çaktırmadan kalbime de işlemiş.

Sevgiler.

12 Mayıs 2014 Pazartesi

cool as ice

Hayattaki en sinsi çaresizlik ayak üşümesi olabilir. Ofiste normal bir suratla mail yazarken aslında aşağıda ayaklarımın -40 derece soğuk suda yüzdüğünü kim bilebilir ki? (Acaba şu anda başka kimlerin ayağı üşüyor diye merak etmiyor da değilim. Açık edin kendinizi, utanmayın!) Babet çorabı denen şeyin estetiğine kandığım için oluyor bütün bunlar, bu illete alışmadan önce GERÇEKTEN yaz geldiğine inanmadan babetleri çıkarmazdım dolaptan.

Kahrolsun içimdeki kız çocuğu, kahrolsun bir türlü kendini gösteremeyen güneş.

*P.S: Ben bu satırları yazarken ofiste buzdolabı muhabbeti dönmesi sayesinde sanırım psikolojik olarak bademciklerim de şişti.
Oley.