28 Ekim 2010 Perşembe

gel de bi çorba yap bana.

Yazdan -daha doğrusu bahardan- kalma bi haftadan sonra İstanbul'a ilk yağmur damlasının tekrar düşmesiyle sezonun grip kapısını araladım. Gözlerim sulanır, başımın üzerinde her ani hareketimle birlikte küçük sarı kuşlar döner, burnum dışardaki kestanenin kokusunu almaz oldu. Mandalina yiyip dizleri yer yapmış eşofmanımla dizi izlemenin vakti gelmiştir diye düşünerek bikaç gündür evden çıkmıyorum. Üç gündür yaşadığım adrenalin dolu dakikalar neymiş diye göz attığımızda mutfağa gidip dolabı açmak, içine uzun uzun bakmak, Dexter veya ne biliyim Weeds inmiş mi diye torrenti kontrol etmek, inmelerine çok az bi süre kalmışsa torrent penceresini açarak biraz da oraya uzun uzun bakmak, mandalinanın beyaz ipli kısımlarını soymaya üşenip öylece yemek gibi heyecanlara gebe olaylar var. Hayatım iyice çılgınlaştı görüldüğü üzere.
Öte yandan aksaçlı nineler kadar da huzurluyum. Geçen sezondan beri gitmek istediğim Profesyonel'e bilet bulabildim bu ay erken davranıp. Kraliçe Lear'a da aldım. Pazar günü de gidip Macbeth'e alıcaz. İçimde saklanan ninenin romatizmaları bu yağmurda azmamış olsa kalkıp göbek atıcak, sevinçten biletlerini sallaya sallaya. Gerçi şöyle de bi durum var ki, ninenin koynunda biriktirdiği paralar suyunu çekmek üzere yine-yeniden. Keşke haftasonu tarz bi nine olmaya karar verip aylardır dizginlediği o alışveriş kapısını açmasaydı ve o gömleğe o kadar para vermeseydi. Ama hep çok ihtiyacı vardı ve hep giyicek zaten onu dimi?

Az önce televizyona bakarken rastladığım bi yarışmada yarışan bi çocuk "Muzaffer İzgü diye birini hiç duymadım" dedi. Üzüldüm nedense. Duymamış olabilir tabi belki ama ben küçükken çok severdim çocuklar için yazdığı kitaplarını. O çocuk da okusaymış keşke diye düşündüm. Grip olmamın da verdiği duygusallıkla üzülmeye devam ettim bi müddet. Sonra geçti.

Son olarak sürekli bu kış son yüzyılın en soğuk kışı olcakmış, hele sen yandın, o incecik montlarınla kesin donarak ölceksin diyip durmanızdan çok rahatsızım(annem). Valla tırsıyorum. Üşümekten deli gibi, o dramatik ifadeyle dönüp kameraya bakan sincap gibi korkuyorum. Zaten hapşırmak isteyip hapşıramamanın verdiği sıkıntı var üstümde, bi de siz baskı yaratmayın. Atkı, eldiven falan takarım, üşümem. Benim de bazı planlarım var gördüğünüz gibi.

21 Ekim 2010 Perşembe

bu yazının konusu: kelebekler kuşlar gökkuşağı teletubbies

Bi arkadaşımın facebooktan yolladığı iki şarkıyla yüzümde bi gülümseme belirdi. Mutlu olmak kolay aslında diye düşünüyorum şu dakika. Bak işte, bu şarkılar neymiş acaba diye açtım, ilk notayı duyup tanıdım, iki dakika önce sırtım ağrıyo diye yüzümü buruştururken şimdi ayağımla tempo tutuyorum. Üstelik ekseriyetle (evet, ne sandın ekseriyetle) yolunda gitmeyen hayatıma rağmen - Hep olmadık zamanlarda paramın bitmesine, hep ahmak ıslatanla ıslanmama, hep ışıklarda beklerken önümden otobüsümün geçmesine, geç kaldığımda hep tıkabasa trafik olmasına, bu aralar her yere geç kalmama, hep, hep, hep'e rağmen.- Daha büyük, ortamı gericek, bikaç dakika boyunca nahoş sessizlikler oluşturucak problemlerim de var aslında, senin başında kavak yelleri esiyomuş kızım, bunlar da dert mi denmesin.

Öyle veya böyle, yoksayabiliyorum canımı sıkan şeyleri çoğu zaman, boşver onu şimdi, gel sinemaya gidelim senle diyebiliyorum. Demek ki boyumu aşmamışlar daha, başedebiliyorum çoğunlukla. Çok bunalırsam açıyorum lise dönemimi hatırlatan bi şarkıyı veya filmi, fil hafızamın hayali düğmesini çevirerek balığa ayarlıyorum ve mandalina yiyorum. Başa çıkamıyosan, yoksay taktiği yani. Holivud'un en sevdiği esprilerden olan
-3'e kadar sayıcam ve sana hatırlattığım bütün dertlerini unutucaksın.
-Pardon, hangi dertler? diyaloğunun hayata geçirilmişi.

Zaten şu modum devam ederse ve biraz daha zorlarsam kendimi, pozitif düşünceye biraz daha abanırsam, iclal aydınınkiler gibi iki derin gamze bile fırtlatabilirim yanaklarımdan. Tabi bi de üç saat uğraşıp her yerini bantladığım posterime uzaktan bakınca iflah olmaz derecede yamuk olduğunu farketmeseydim.. Tadımdan yenmezdim, söyliyim.

13 Ekim 2010 Çarşamba

istanbul seni kaybetmiş , ilaçlayıp berbat etmiş.

Sakin bi insanımdır ben. Sinirlensem de sadece çok yakınımdaki insanlar farkederler çoğu zaman, neye kızdığımı o anda belli edemem, bi şekilde geçiştiririm veya konuyu kapatırım -sakinleştiğimde tek seferliğine ve yeniden açmak üzere. Zor gelir kendi içimdeki öfkeyi bastırmaya çalışırken bir başkasına durumumu açıklamaya çalışmak. Susup kendimi ifade edebilecek hale gelmeyi beklerim.

Bugün öyle olmadı. İstanbulda yaşayan her dişi gibi sokakta yürürken arkamdan bişeyler söylenmesine, yanıma kibarca yaklaşan anketörlerin sonradan kabalaşmasına, yanımdan geçerken pis pis sırıtılmasına ben de alışığım. Buna alışığım demek bile kötü evet ama yıllarca maruz kala kala duymamayı aldırmamayı öğreniyo insan. Şimdi keyfimi kaçırmiyim diyip takıyosun kulaklıklarını ve en kötü ihtimalle bikaç dakika içinde unutmuş oluyosun. Bazen de bugün bana olduğu gibi zaten moralsiz olduğun bi ana denk geliyo bu insanlar. Karşıya geçmek için ışık beklerken yanında durup, arkadaşına seninle ilgili ne düşünüyosa -sana da duyurmaya özen göstererek- açık açık söyleyebiliyo. Bunu bu ülkenin bi vatandaşı olarak kendine verilmiş haklardan biri olarak gördüğünden çok rahat. Dönüp yüzüne baktığın anda hiç tanımadığı, adını, nasıl yaşadığını bilmediği sana karşı daha da çirkinleşmeye hazır. Çünkü senin giydiğin bi tişört, tayt veya etek, pardon bişey sorabilirmiyim dediğinde vermiş olduğun özür dilerim vaktim yok cevabı, yanındaki arkadaşınla gülerek bişeyler konuşman, kısacası onun kendi yaşamında eve kapattığı, dışarı çıkmasına, yüksek sesle konuşmasına izin vermediği kardeşine, eşine, kız arkadaşına yasakladığı her davranışın seni onun gözünde direkt "hafif" konumuna getirebiliyo. E madem ben tanımadığım bu insanın hafif olduğu kanısına 4 saniye içinde vardım, o zaman neden sözlerimle veya bakışlarımla rahatsız etmeyeyim diye düşünüyo. Kafasının çalışma yapısı bu kadar net, basit ve köşeli. O sırada kullandığı kelimelerin kendisini, karşısındaki insandan çok daha fazla alçalttığının farkına varabilecek bi sağduyuya maalesef ki sahip değil.

Bunun eğitimle, görgüyle ilgili bi mesele olmasını dilerdim gerçekten de. O zaman o insanlar için üzülür, benim yaşadığım konumda yaşayamaması, benim sahip olduğum kafa yapısına sahip olamaması onun suçu değil derdim. Doğduğu andan itibaren başka şekilde yetiştirilseydi, başka okullara gitseydi, başka insanlarla arkadaşlık etseydi belki bugün aynı insan olmazdı diye düşünürdüm. İstenildiğinde belki değiştirilebilir bi durum olduğuna inanırdım. Ne yazık ki böyle değil, öğrenmiş oldum. Karakter bilgi, görgü ve yetiştirilme tarzından tamamen bağımsız olarak şekillenmese de yine de her zaman çok etkili olmadığını tecrübeyle sabitledim. Öğreniyoruz.

(P.S. Aslında bloga bu tip yazılar yazmak ve okumak çok eğlenceli değil biliyorum ama bugünlük böyle olsun.)

8 Ekim 2010 Cuma

mat mat - türk türk- sos- resim - rehberlik.

İnsan çok küçük şeylerle hayal kırıklığına uğrayabiliyo galiba. Mesela bugün sabahın köründe taksime giderken yağmurun sözlük anlamından uzaklaşıp başka bişeye dönüşmesi benim için hayal kırıklığıydı. İlk kez sabah 9da dinç demeye yakın bi şekilde uyanmıştım, en sevdiğim tişörtümü giymiştim, saçlarımı sevmiştim, gidip güzel bi film izlicektim tek başıma, sonra da yine tek başıma bütün gün istiklalde vakit geçirecektim. Bütün kitapçılara tek tek girip saatler harcıcaktım, yanımdakinin beli ağrıdı diye düşünmeden. Topshopa gidip beğendiğim ama nedense bi ev fiyatına sattıkları için indirimden önce alamayacağım kazağa bakıcaktım. Sıkılırsam akşam 5te peradaki filme de gidecektim. Oturup çay içerken dergi okucaktım. Hayallerim vardı lan! Onun yerine film biter bitmez sırılsıklam olmuş ayaklarım, dar kotun altında ıslanıp kuruyayazdığı için içten içten kaşınmaya başlayan bacaklarım, yoldaki su birikintisinde sörf yapan taksicinin ıslattığı sol kolum -ki en nefret ettiğim şey tek elimin, tek kolumun, tek bacağımın ıslak olmasıdır. Öbürünü de ıslatmadan rahat edemem.- bi de tabi ki uçları ıslak dipleri kuru modeliyle tarz yaratmaktan uzak saçlarım vardı. Son 15 gündür beni şaşırtarak bozulmayan telefonum beni şaşırtmaktan bianda vazgeçerek ebediyete kadar kapandı vs.

Aslında bu yazıya başlarken aklımda bambaşka bi hayal kırıklığı örneği vardı biliyomusun. Nerden nereye gelmişim yine. Herkesin mutlaka bikaç kere yaşadığını düşündüğüm bişey. Hani ilkokulda okullar açılmadan alışveriş yaparsın, bi de aldığın şeylerin yanında iki tane de ders programı çizelgesi verirler, biri çok çok güzel olur, öbürü lc waikiki maymunlu falan olur, çirkindir. Okulun ilk haftası ders programı açıklanır, biri çıkar tahtaya yazar, sen de eve gelince o çok güzel olan ders programı çizelgesine geçirirsin, renkli kalemle özene bezene yazarsın, duvarına panona falan asarsın. Ayrıca o ders programında beden eğitimi hep cuma son iki saattir, herşey mükemmeldir, hayatın yolundadır, işler tıkırındadır. Peki ardından nolur? İki gün sonra mutlaka ama mutlaka o ders programı değişir. Güzel çizelgenin ömrü iki gün sürmüşken, maymunun sarı eşofman giyip ağaçtan muz topladığı çizelge sene boyu duvarında kalır.

Üstelik beden eğitimi pazartesi sabahı, ilk iki derstir.

4 Ekim 2010 Pazartesi

çat burda, çat kapı arkasında

- Bulaşık makinesini doldururken çok stres oluyorum. Bardakların ve diğer küçük tabaksıların konduğu üst kat, her zaman mı alt kattan daha önce dolmak zorunda acaba? Tamamen dolmadan çalıştırmamak gibi bi huyum da var. Alt kat bitene kadar biriken bardaklarla lego gibi oynuyorum, elimde yıkamaya üşenip dur şu şuraya sığarmı, dur bu buraya girer bence diye diye saçlarım dökülücek. İkisi de aynı anda dolsun artık lütfen, çok stresliyim.

- Ben ve arkadaşlarım alors on danse şarkısının introsunu çok hüzünlü buluyoruz. Sanki hayat çok boktan ama boşver mutlu olmaya çalışalım biz der gibi.

- Hafif balık etli, gürbüz yanaklı ve mutlu tembellik yıllarca sıska, sinirli ve muhtemelen bi gözü seğiren çalışkanlığın yanında küçümsendi. Halbuki çalışkanlık hiç bi zaman tembellik kadar istikrarlı olamadı, olamaz. Çok çalışkandır o! cümlesiyle anılan ve hatta anlamsız derecede sorumluluk sahibi insanlar bile "dur çok yorgunum bugün, dışarda boş boş geziyim, işe/okula gitmiyim uyuyim" diyebilir ama hiç bi tembelden "ay dur enerjiğim, azcık ders çalışiyim, boş günümde işe gidip faydalı oliyim" cümlelerini duyamazsınız. Asıl istikrar sahibi insanlar tembellerdir. Güzel filmler izleyip, arkadaşlarıyla buluşurlarken boşverdikleri iş gücün verdiği vicdan azabını kamufle etmekte üstlerine yoktur. Kafalarının içindeki doğrucu davutu ikna etmede nice avukattan, nice tezgahtardan daha üstündürler. Bu yüzden insan ilişkileri de daha kuvvetli olur tembellerin. Toplum içerisinde en çok kabul görmesi gereken bu naif ve arkadaş canlısı insanlara hakettikleri değeri vermek gerektiğini düşünüyorum.

- Geçen hafta gördüğüm deri ceket. Bi şekilde gel benim ol, sözlerim ol gecelerim kalsın gündüzlerim ol. Ya da ateşini yolla bana bebek.

- Arkadaşlarımla birlikte oturup sıkılırken ortamı neşelendirmek için sadece hakan peker demem genelde yeterli oluyo ya, çok zahmetsiz ve çok muhteşem buluyorum bu durumu.

- "Ortadoğu ve balkanların en..." ve "İnsanoğlu yıllardır..." kalıplarıyla başlayan yazılardan hayır geldiğini daha hiç görmedim.

- Eskiden eti puf reklamlarındaki "eti pufum, tatlı aşkım, benim yumuşak tatlım" diye şarkı söyleyen kıza benzemeyi çok istiyodum.

- Kulebeye gelmiş.

Hürmetler efendim. Anlattım yae!