23 Eylül 2010 Perşembe

üzüntüden kafamın küçüldüğünü hissettiğim anlar serisi - no:1

Karşısındakine bişey sorup cevabın ilk 1.5 dakikasını dinledikten sonra mütemadiyen küçük küçük kaçamaklar halinde yandaki televizyona, kafeye giren kıza/erkeğe vs. bakan insan! Neden bunu yapıyosun? Hepsini çok sevmekle beraber hayatımda o kadar çok bu insandan var ki ve maruz kaldığım olay o kadar hayat sevinci tıkayıcı ki. Tamam, bana bişey sordun neydi o olay anlatsana dedin hatta ısrar ettin anlat anlat die, ben de peki tamam dedim işte şey oldu diye anlatmaya koyuldum. Önce ilgiyle gözlerimin içine baktın, kafanı salladın, hıhım dedin. Sonra gözün televizyondaki diziye takıldı bi saniyeliğine, geri bana döndün ve orda kabus dolu anlar başladı. Periyodik olarak 6 saniye bana, 1 saniye televizyona bakmaya başladın, sonra bu durum 1 saniye bana bakıp anlamsızca kafa sallamaya ve 6 saniye ilgi ve ihtirasla televizyona bakmaya dönüştü. Tam dur susuyim diye içimden geçirdiğim anda kafanı bana döndürdün anlatmayı kesemedim, tam hikayeme tekrar kanalize oldum televizyona bakmaya yandın. Ben orda kabir azabı çekiyorum tabi farkında diilsin, acaba sussam mı, şuan resmen karşımdakinin sağ kulağına ve sağ yanağına hevesle bişey anlatıyorum, mimik ve jestlerimle ilgisini mi çeksem yoksa eeh dinlemiceksen ben gidiyorum diyip trip mi atsam diye diye iç dünyamda savaş veriyorum. En sonunda neyse işte öyle. diyip durunca da, aa noldu anlatıyodun ben dinliyorum seni devam et diyosun, hooop sebepsizce hareket eden taraf ben oluyorum. Ortamın "iki dakka reklama bakmak için şeyetmiştim, ayy bu da ne alıngan kız"ı oluyorum. Sonra bi daha bişey anlatamıyorum, özgüvenimi yitiriyorum, allak bullak oluyorum. Hayalimde boynunu koturt! efektiyle çevirip gözlerini gözlerime sabitliyorum. Göz temasının sürekliliğini sağlayamadıkça küçülüyorum, sesim inceliyo ve anlattığım şeyi saçma bulmaya başlıyorum. Baktığın dizinin başrol oyuncusundan nefret ettiğimi farkediyorum.
Lütfen bana bu acı dolu, içsel hesaplaşma dolu, uçurum kenarı anları yaşatma. Biliyosun sinirlenince ben, daha çok konuşuyorum.

21 Eylül 2010 Salı

pazartesiydi, sendromsuzduk.

11buçukta kalktım. Telefonda "evden ne zaman çıkıyosun se?" şeklinde mesajlar vardı, ben yataktaydım. Yalana hacet yok diyerekten hepsine yeni uyandım siz buluşun diye mesaj attım. Hiçbiri buluşmadı, sen çık öyle buluşuruz dediler. Sevgilime de çok enerjik uyanmışım gibi hissettiren bi günaydın mesajı attım. Kaşlarım çatık bi şekilde saati 12.06'ya kurdum. 12.06'da tekrar uyandığımda bu ne ya hiç uyumadım ki diyerek arkamı döndüm. 15 dakika kadar daha uyudum, sonra telefonuma sürekli mesaj gelişiyle sims karakterleri gibi homurdanıp dövünerek dizlerime vura vura kalktım. BULUŞUN yazdım, buluşmadılar. Kalktım duşa girdim, duşa girerken elimi dışarda tutup bi mesaj daha attım. Duş aldım, alırken de içimden ayşegül aldinç'in al beni götür gittiğin yere..istersen vur yerden yerlere..ne olur al beni..şarkısını söyledim. Ayşegül aldinç de 90larda o bütün ünlülerin oynadığı kliplerden çekmişti galiba diye düşündüm, sonra o emel sayınmıydı yoksa dedim. Duştan çıktım, ben duştayken gelen iki mesajı daha cevapladım. Bir klasik olan ne giyiceğimi bilememe sendromunu bi kez daha yaşadım. Sevgilimle bi haftadır görüşmemiştik ama ben 1 sene olmuş gibi hissettiğimden güzel olmalıyım, gözlerini benden alamasın ya! şeklinde saplantılara saplanmıştım. Bişeyler giydim, güzel olmadı. Öf diyip banyoya gittim, saçımı başımı kuruttum yaptım ettim, saçım yağmurda ıslanıp kurumuşum gibi oldu, rimel kalem falan sürdüm. Döndüm üstümü değiştim, ağzıma bi parça ekmek atıp çıktım. Otobüs durağına kadar gidip geri döndüm, üstümü çıkarıp ilk giydiğim şeyi giydim, çıktım otobüse bindim. Tabiki de her zamanki gibi ne tarafa güneşin vurduğunu hesaplayamadım, bronzlaşırken müzik dinleyerek karşıya geçtim. Arkadaşlarımdan 3ü buluşmuş beni bekliyolardı, onları görünce sebepsizce çok sevindim sanki görmeyi beklemiyomuşum gibi, tesadüfen karşılamışız gibi mutlu oldum. 2 gün önce gördüğüme en çok sarıldım, naber abi dedim. Sonra 3 arkadaşım daha geldi koklaştık, yemek yedik. Antrikotlu yoğurtlu sigara böreği gibi bişeydi, mükemmeldi. Bize yemekleri getiren kadın kızılderiliydi sanki görünüş olarak, ice tea diye bişeyi de hiç duymamıştı o ays falan bişe dediniz ya ondan yok burda dedi. Ordan kalkınca fransızca kursuna gittik, birinci kura tekrar kayıt oldum, unutmuşumdur herşeyi diyerek. Öz de oldu. Çıkıp tramvay die bi yere oturduk, masaya sinirli bi garson geldi, 3 çizkek 3 latte 1 su dedim, nedense o 3 kişinin tercihinden memnun olmadı, daha da sinirlendi. Baya ağır trip attı bize, çizkek neli olsun dedi yüzü beş karış. Ben de ona trip attım, anlamadı. Garson gitti, sevgilimle taygun geldi. Sevgilimi görünce çok utandım, yüzüne bakamadım ilk kez görüyomuşum gibi oldu, elini falan sıktım nerdeyse meraba efendim nasılsınız diyerek. Çok yakışıklıydı galiba. Herkes ona aşık olsa bu anlaşılır bi durum olur bence diye düşündüm. Geldi yanıma oturdu, yaaeaea şuan çok utanıyorum senden, ilk kez görüyomuş gibiyim elimi kolumu nereye koycağımı bilemiyorum dedim. Galiba o sırada fazladan 72 kolum, 6 kafam, 5431 parmağım vardı. Sarıldık. Sonra 8-9 kişi birden bağıra bağıra konuşmaya ve çok sesli bi şekilde topluca gülmeye başladık, zaten ortam gürültülüydü, biz çok kişiydik. Ama başım ağrımadı bu gürültüden, sevdim ordaki bütün sesleri, teker teker sevdim. Ordan kalktık, başka yere gittik, bira fıçılarının nasıl soğutulduğuyla ilgili iddialar dolaştı ortalıkta, garsonu çağırıp sorduk. 3 saat şarap menüsüne baktıktan sonra herkes ben bi soda aliyim dedi. Garson giderken üzüldük, bi saniye bi saniye sodalar iptal, siz bize şarap getirin dedik. Garson tamam diyip koşarak uzaklaştı, gider gitmez şarap söylediğimize pişman olduk. İçince yok yok pişman olmadım ben güzelmiş dedik. Saçma şeylere yine çok fazla güldük, yanağımın içi ağrıdı. Lidyalıların parayı bulmasıyla ilgili bi durum vardı, parayı onlar buluyodu ama başkası mı kullanıyodu ya neydi o hep testlerde çıkardı öss zamanı, şaşırtmalı gibi soruydu dedim, kimse hatırlamadı, öz anladı sadece neyi sorduğumu, neydi lan o derken mutlu olup birbirimize sarıldık, 8 senelik arkadaşlığımız orda resmen level atladı. En son burjuvazi planlar yaptık, golf oynamaya gidelim, kışın kayak yapabiliceğimiz bi tatile çıkalım, reinada dans edelim, suadaya gidiyoruz dimi falan dedik. Ardından yarın oralet içip okey oynamak üzere sözleştik.



Çok güzel ki.

16 Eylül 2010 Perşembe

bi buçuk porsiyonluların dünyası güzeldir, bitiremeseler de.

Sana soruyorum? Şu fani dünyada yemek yemekten daha heyecan verici, daha mutlu edici başka ne olabilir? Sevgilimle dolaşmak, yeğenimin doğduğu gün, üniversiteyi kazanınca falan deme şimdi.
Sevgilinle niye dolaşıyosun, nerde yemek yiceksiniz onu bulabilmek için. Yeğenin doğunca hemen napıyosun, evde toplanıp pastalar börekler yiyip bebeği bi kenara atıyosun. Üniversiteyi kazandığın gün hop tayfayı toplayıp yeme içmeye felekten gün çalmaya gidiyosun. Her güzel şeyin sonu hadi bi yemeğe çıkalımla bitiyo. Neden? Çünkü yemek yemekten daha güzel bişey yok. Diyorum işte sana. Resmen aç olduğum zamanlar yakın geleceğimle ilgili en fazla heyecan duyduğum zamanlar. Acaba ne yicem, yanında ne içsem, arkasından tatlı mı söylesem yoksa kahve mi içsek, ya da ikisi birden mi? Karşımdaki insanın söylediği yemeğin&tatlının&kahvenin benimkinden daha güzel çıkabilicek olması endişesi ise olaya ayrı bi rekabet katar. İkimiz farklı şeyler söyleyelim birbirimizinkinden de yeriz mantığı mı yoksa ay seninki çok güzel olursa ben dayanamam aynısından söyleyelim kafamız rahat olsun mantığı mı ağır basıcak derken iyice acıkırım. Benim için heyecanlara mutluluklara gebe bi olaydır yemek yemek. Aynı zamanda ciddiye alınması gerekir. Çok da samimi olunmayan kişinin çikolatamın son karesine, tavuğumun son lokmasına eşlik etmesi için gözüm gibi sakındığım kolamın son yudumuna sulanması o arkadaşlığı oracıkta bitirebilir. Ha çok nazik ve paylaşımcı gibi gözüktüğüm için tabi ki veririm o değerli lokmayı ama içime oturur, kalbimde diil ama beynimde biter o ilişki. (Sevgilim için ayrı, canı cananı bütün varlığımı alsın açıkçası kendisi)

Kremalı patates, kremalı makarna, kremalı tavuk, kremalı krema, kremalı herşey. Sütlü fıstıklı çikolata. Starbaksın belli zamanlarda çıkardığı toffee nut latte, olmadı white chocolate mocha ve bütün starbaks tatlıları (mozaik pastası hariç ondan pek hazetmiyorum). Kırmızı et. Lor haricindeki bütün peynirler, tercihen beyaz peynir veya tulum peyniri (kaşar peyniri de hangi yemeğin üstüne konursa konsun can alır). Zeytinyağlı taze fasulye, zeytinyağlı sarma, zeytinyağlı herşey. Izgara balık. Yoğurtlu ıspanak. Soslu makarna. Off şuan niye böyle bi yola girdim bilmiyorum resmen yazmadığım bi yemek kalıcak, sonradan farkedince kahrolucam diye çok üzülmeye başladım. Kısacası! Çok sevdiğim biriyleyken, çok sevdiğim bi diziyi izlerken, çok sevdiğim bi yerdeyken, çok sevdiğim bişeye başlamadan önce yemek yemezsem ben o işten hiçbişey anlamam. Dizilerde biri bişey yiyosa çılgınlar gibi özenirim. Varsın gelsin kilolar, diyet kitabımda yazmaz. Yemek yediğim sürece varım ben.
(Bu yazı gözüm dönerek bişeyler yediğim heryerde içinde et, mısır, peynir gibi şenlendiriciler bulunmayan tatsız tuzsuz salatasını kemirip yanında su yudumlayan insanlara ithafen yazılmıştır. Ciddi diilsiniz, benim lazanyama içiniz gidiyo, biliyorum.)

12 Eylül 2010 Pazar

hadi yine iyisin

Bu aralar bende bi değişiklikler var. Erken yatıyorum, erken kalkıyorum üç yumurtayı sütle çırpıyorum resmen. Tabi burdaki erken tanımı nisbi, önceye göre erken. Gündoğarken gerçekleştirdiğim ritüellerim oluşmuştu yıllardır (örneğin; daha da uyumam zaar, an itibariyle kahveye abanıyorum veya ben kahvaltımı akşam yemeği gibi uyumadan önce yapar da yatarım hacı! demek gibi), bi süredir onlardan uzağım, gündoğumunu görücek kadar uzun uykusuzluklar yaşamıyorum. Basit bi mantıkla sabahları da insancıl saatlerde uyanıyorum, sonra dur çok sağlıklı yaşadım demin bunu bozmiyim diyip sağlıklı bişeyler yemeye çalışıyorum. Gazetedeki haberlerden hala güncellerken haberim oluyo, uyandığımda telefonda cevaplanmayı bekleyen onlarca mesaj yerine bi tek sevgilimin güzel günaydın mesajları duruyo, annem günü öldürdün gene diye trip atmıyo vs. Bütün bu iyi gidişat neden oldu peki? Söyliyim, tatil. Parasını vermiş olduğum kahvaltıyı kaçırmamalıyım endişesiyle dar alanda kısa uykular uyumak. Gerçi bana kalsa kahvaltı zerre umrumda olmaz, kaçarsa kaçsın bebeğim diyip arkamı dönerim ama allahtan tatile gitmeden önce arkadaşlarımı en sorumlu ve en eğlenceli olanlarından seçiyorum. Ben ve öbür uyku-sırası-sinirliler önce NE KAHVALTISI BEAEAEAtsaed UYUYORUZ HERALDE UYURKEN KAHVALTIMI OLURMUŞ DAĞILIN!! diyoruz o sıradaki sorumluluk sahibine, sonra tabi -hof galiba bensiz aşağıda çok eğleniyolar korkusuyla tıpış tıpış çarşaftan salama terfi ediyoruz. Tatilde tanıdım seni olum işin gücün peynir yemekmiş senin'den yavruk çay versene'ye uzanan engebeli bi süreç. (Allahtan kayıp vermedik o süreçte, olaydan hemen sonra azcık bi gazla tüm kahvaltı öncesi saçsaça başbaşa girmeler unutuldu ve bütün dünya buna inansa, bir inansa hayat bayram olsa! moduna geçildi.)

Bu tatilden ne anladığıma gelince;
- Kahvaltı günün en önemli öğünüdür.
- Erken yatmasan bile erken kalkmak ayılana kadar kötüdür, sonrasında kendini çok iyi hissedersin.
- Begüm kişisi önceki hayatında gerçekten denizkızı en olmadı denizkestanesiydi.
- Özge kişisi önceki hayatında casino işletti.
- Emre kişisi günde sayısız kez "dik dur!" deme kapasitesine sahiptir.
- Ben günde sayısız kez "azcık.." deme kapasitesine sahibim.
- Taygun kişisi öğle uykusu uyur, acımaz.
- Oyuncak bebekler geceleri sevimliliklerinden arınıp birer korku unsuru haline gelirler.
- Onlarca shot ve mojitonun ardından döner yicem ben denmemelidir.
- Minibüs şoförlerinin "ben sizi 11 servisine rahat yetiştiririm" tipi güven verici söylemlerine aldanılmamalıdır.
- Levent bey dünyanın en iyi insanı, tekila dünyanın en tatlı köpeğidir.
- Arkadaşlarım can, sevgilim canandır.

evet google, kendimi yine şanslı hissediyorum ben.