19 Nisan 2010 Pazartesi

iki dakka duralım şurda

Bi insan bi şeyi çok isterken aynı zamanda nasıl bi güçle o şeyi yapmaktan kendini bu kadar uzaklaştırabilir? Karıştı mı? Yani ben mesela şuanda geçen hafta aldığım ve hala izleyemediğim filmi çılgınlar gibi izlemek istiyorum. Ama bi yandan da sırf o filmi izlemeye oturmamak için internette takılıyorum, ojelerimi siliyorum, tırnaklarımı kesiyorum, salata yapıp yiyorum ama aklım hep filmde. Öte yandan bu gece yatana kadar aklım hep filmde olucak, ama bugün izlemiceğime adım gibi eminim. Şu anda bu yazıyı yazarken bile bence siliyim oturiyim filme başliyim diyorum. Ama yazı bittikten sonra bilgisayarı kapatıp dışarı çıkıcam. O kadar uzun zamandır izlemek istiyorum ki bi de, doğru zamanı kolluyorum artık, çıtam yükseldi. Onca süredir bekletiyosun, ayak üstü izlenmez, kimsenin aramıcağı, karnının tok olduğu, havanın aydınlık olmadığı bi zamanda izle diyorum. Haziran başı gibi, finaller başlamadan bi gün önceye kadar o film orda durucak öyle sanırım. Aynı şekilde saçlarımı Jean Seberg'in fotoğrafını götürüp kestirmek de öyle. Olsun, hayat birşeyleri ertelemekten ibaret bence. Kafamda binbir türlü düşünceyle hiçbirşey yapamadan oturmak hali, yani "azcık duruyim", seni seviyorum.

14 Nisan 2010 Çarşamba

eşyaların dayanılmaz ağırlığı

Geçenlerde bi arkadaşımın tavsiyesi üzerine oturup bi film izledim. Grey Gardens. Geçen sene çekilmiş, vizyonda gösterime girmemiş bir televizyon filmi. Başrolde de -aslında yıllar yılı pek kanımın ısınmadığı- Drew Barrymore ve Jessica Lange var ve filmde Jackie Kennedy'nin birince dereceden akrabaları olan bir anne-kız hakkında çekilen aynı isimli belgesel konu alınmış. Daha doğrusu film o belgeseli çekme aşamasını anlatıyor da diyebiliriz belki. Bi nevi insan sosyal statüsünü nasıl kaybeder'i anlatan bir film. Grey Gardens oturdukları mülkün adı, soylu bir aileden gelen anne aşırı takıntılı bir insan ve filmin ilk yarısından sonra hayattan kopuk olduklarını farketmeden bir çöp evin içinde mutlu mesut yaşarken görüyoruz onları. Bu garip fakat akrabalık bağları nedeniyle magazinsel değer taşıyan anne-kızın belgeselini çekmek için onlarla görüşmeye gelen iki adamı da film boyunca şaşırırken görüyoruz, çünkü bu insanlar dışarıda bambaşka hayatların sürdürüldüğünün farkında değil. Hatta belgeselin çekiliş amacını düşünemeden sadece tekrar poz verebilmek fikri bir bakıma hoşlarına gidiyor ve artık virane haline gelmiş yıkık dökük evlerinde rujlarını sürüp porselen bardaklarda çay ikram edip bacak bacak üstüne atarak soruları yanıtlıyorlar. Evde kedi, köpek ve hatta yolda yürürken rastlama ihtimalinizin çok az olduğu rakunlar bile cirit atıyor, yıllar yılı eve giren hiçbir eşya asla bir daha evden çıkmamış, herşey ama herşey özenle olmasa da bir şekilde saklanıyor. Çünkü annenin hayatında değişikliğe yer yok, bu yüzden oyuncu/şarkıcı olmak isteyen kızının hayatını da evin sınırları içerisine kısıtlamayı bir şekilde başarmış, sadece eşyanın anısıyla yaşıyor.

Asıl aydınlanma ise ben filmi bitirdikten sonra başlıyor.

Şöyle ki; o filmdeki anne karakteri benim. Benden başka böyle insanlar da mutlaka vardır fakat benim tanıdıklarım arasında benim kadar eşyalara anlam yükleyen, anılara bağımlı kalan başka bi insan daha yok. Bahsettiğim anı tanımı da öyle büyük "anılaaaaar anııılaaar, şimdi gözümde canlandılaaaağğr" gibi değil, örneğin sokakta sevdiğim biriyle yürümek gibi olanlar. Ben ne mi yapıyorum? Mesela sokakta sevdiğim biriyle yürürken elimde marketten aldığım çikolatanın fişi varsa, eve gelince o fişi atamıyorum arkadaş. Sevgilimle starbucksta kahve içerken bana birşey oluyor, içindeki kahveyi bitirdikten sonra onun karton bardağı oluyor ya hani, bunları ben çok severim ehe ehe diyip, alıp eve getiriyorum. Kütüphanemde duruyorlar hala. Veya gene aynı kahveciden sevgilimin bana aldığı bardağın hediye paketindeki, pakedi kapalı tutmak için yapıştırılan yapıştırmayı, atmaya kıyamıyorum söküp dolabıma yapıştırıyorum. Sinemada yediğimiz kurabiyelerin kutusu hala özenle odamda duruyor. Ve hani öyle bi köşede falan da değil. Baya hepsinin yeri var, arada tozlarını alıyorum. Beğendiğim filmlerin veya oyunların biletlerini asla atamıyorum. Geçen gün anneme, bu içtiğim sodaların şişelerini atma, ben onları şurda biriktiricem dedim (ki ben çok soda içen bi insanım) annem çok kızdı. Sen dedi, artık abartıyosun. Lisede üzerine herhangi birşey yazdığımız kağıtların hepsi (büyük tarihi değer taşıyan yazışmaların yanısıra örneğin "acıktınmı? evet." şeklinde olanlar) bi dosyanın içinde duruyo, dosya ise orta 1'e başladığım gün kendimi önemli hissedip aldığım dosya. Bundan 4 sene önce yine bir arkadaşımla içtiğim ve adı değişik gelen bir içeceğin ("chat cola?") üzerindeki adı yazan kağıt hala cüzdanımda. O gün çok eğlenmiştik diyorum, çıkaramıyorum o kağıdı yerinden, halbuki cüzdanım içindeki bu tip kağıtlar yüzünden patlamak üzere. Bazen çok severek aldığım bi kıyafetin etiketini günlerce atmak üzere masamda beklettiğim oluyor. Bunların yanında ilkokul-ortaokul zamanlarımdan kalan kasetlerimin hepsinin, o zamanlar duvarıma asıp sonra hayranlığım bi akşam aniden geçtiğinde söktüğüm posterlerimin (ki içlerinde gerçekten anlamsız olanlar da var), o yıllarda okuduğum salak genç kız dergilerinin hala durması tabi ki çok normal kalıyor. Ama beni en çok ürperten sanırım bundan 750 sene önce aldığım ilk kontörümün kartının durması. Geçen gün bi kitap ararken elime geçti, bi yere tıktım gene ama demin aradım bulamadım, bulmaya çalışıcam onu.
Böyle hayatıma giren eşyalara ne kadar bağımlı olduğumu altalta yazınca biraz korktum açıkçası. O yüzden... Lütfen gözümün önünde okuyup bitirdiğiniz Uykusuz'larınızı çöpe atmayın, alınan hediyelerin ambalajlarını (hediyeyi kim almış olursa olsun) bi köşede bırakmayın, elinizdeyken rengi hoşuma giden kalemleriniz için "sende kalsın istersen?"demeyin. Lütfen. Nasıl kıyıyosunuz onlara ben anlamıyorum hiç. Bu hareketleriniz yüzünden bi gün bana inme inicek, sebebim olucaksınız, ruhunuz bile duymıcak.

4 Nisan 2010 Pazar

yokum, ders çalışıyorum.

Hayat enerjim an itibariyle yitti gitti çünkü kendimi sabote ederken bir de baktım da akrep gelmiş 12'ye.
A) Bu saatten sonra gelecek olan çalışma şevkine güvenme, git otur dergi oku, film izle.
B) Hala sabotaj peşindesin.
Merak edenler için cevabın açık olduğunu düşünüyorum. Ben kendime hakim olamıyorum ki artık. Benim okul adına birşeyleri başarabilmem için bomboş bir odaya bir masa, notlarım ve ilginçlikler barındırmayan bir kalemle kapatılmam lazım. Yoksa ben kibrit çöpüyle bile oyalayabiliyorum kendimi. Mesela şuanda zaman zaman düşündüğüm birşeyi tekrar düşünmeye başladım: Facebooktaki iletilerine aşırı iddialı, laf koyar gibi, mecazlı gibi yazı yazan insanlar. Ben anlamıyorum. Yıllardır özgüvenden şişe şişe nasıl patlamadı onlar? Ayrıca da hayır, sanal alemde kafiyeli, alemin kralıyım temalı yazı yazılmasın demiyorum. Senelerdir msn'de "bana bulaşmayın&sakın bişey yazmayın" şeklinde onunla konuşmak isteyen milyonları azarlayan insanların yanında "kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar" (bu laf yanında kızgın suratla birlikte servis edilir) gibi yazdığı cümlelerle şok etkisi yarattığını sananlara gayet aşinayım. (Başka özlü gibi söz bulamadım belki de artık bu karga&kartal ikilemesi artık çok da fazla popüler değildir.) Tamam sinirlendin, yazdın, büyük laflar edesin var, o büyük lafların da hazır edilmişi var direkt kullanayım diyosun. Ama en azından o lafın orada asılı kaldığı müddet boyunca ağır takıl biraz arkadaş. Sonra bana gelip "slmmms..." deme. Veya Facebookta yazdığın "I'm the best, f.ck the rest" tarzı bi isyanın ardından ben o sayfada kaybolmuş ineklerin tarafından çiftliğine alındığını görmeyeyim. Ya sinirli ol, sisteme karşı ol, ya da çiftçilikle uğraşma. Ben sinirleniyorum. Yapmayın. Sonra da böyle oluyo, ders çalışamıyorum.